top of page

Arama Sonuçları

"" için 83 öge bulundu

Hizmetler (7)

  • Online Yetişkin Terapisi

    Yetişkin terapisi bireylerin psikolojik sorunlarıyla başa çıkmalarına yardımcı olan bir terapi yöntemidir. Altuğ Psikoloji olarak uyguladığımız Bilişsel Davranışçı Terapi, Kısa Süreli Çözüm Odaklı Terapi, Şema Terapi ve türevleri ekoller, bireysel yetişkin terapisi için yaygın olarak kullanılan etkili terapi yaklaşımlarındandır. Bu yaklaşımlar, bireylerin düşünce kalıplarını fark etmelerini, olumsuz düşünceleri değiştirmelerini ve sağlıklı davranışları benimsemelerini sağlar. Böylece, bireyler duygusal iyilik hallerini artırabilir, sorunları çözmek için etkili stratejiler geliştirebilir ve yaşamlarında olumlu değişimler yapabilir.

  • Tanışma Görüşmesi

    Online Terapi hizmetlerimizden yararlanmadan önce, sizi tanımaya ve buraya getiren sebepleri anlamaya yönelik yapacağımız ücretsiz 15 dakikalık ön görüşme randevunuzu oluşturabilmemiz için randevu talebinde bulunabilirsiniz. Ön görüşmelerimiz terapötik süreç için tanışma amaçlı olup, tedavi, danışma veya tavsiye amaçlı değildir. Seans alımı yaptığınızda ise terapi sürecine başlamaktayız ve görüşmelerimiz ortalama 45 dakika sürmektedir.

  • Bireysel Terapi

    Hizmet verdiğimiz alanlar: - Çocuk, Ergen, Yetişkin Psikolojisi Alanlarında Psikoterapi - Aile ve Çift Danışmanlığı - Eğitim Danışmanlığı - Moxo Dikkat Testi, Çocuk ve Yetişkin Psikolojik Testleri Uygulama ve Değerlendirmeleri ** Görüşmelerimiz Karşıyaka ya da Bornova'daki paylaşımlı ofisimizde gerçekleşmektedir. * Detaylı bilgi için bizimle iletişime geçebilirsiniz.

Hepsini Görüntüle

Blog Yazıları (42)

  • Ölüm Korkusu (Tanatofobi) Nedir?

    Ölüm korkusu, insanların yaşam boyunca karşılaştığı yaygın bir duygusal tepkidir. Ancak bazı insanlar için bu korku normal sınırların ötesine geçer ve hayatlarını ciddi şekilde etkileyebilir. Tanatofobi, bu aşırı ölüm korkusuyla karakterize edilen bir anksiyete bozukluğudur. Carl Jung'a göre, ölüm korkusunun temeli aslında yaşama korkusudur. Bu korkunun kaynağı, kişinin yaşamıyla uyum sağlayamaması ve psikososyal açıdan bütünleşememesidir. Öte yandan, Erich Fromm'a göre ise ölüm korkusu iki şekilde ortaya çıkar. İlki, her insanın deneyimlediği genel ölüm korkusudur. Diğeri ise bireyi sürekli rahatsız eden, akıl dışı bir korkudur. Bu ikinci tür korku genellikle yaşamın başarısızlıkla sonuçlanması durumunda ortaya çıkar. Tanatofobi Belirtileri Nelerdir? Tanatofobiye sahip bireyler, ölüm düşüncesi veya ölümle ilgili herhangi bir konuyla karşılaştıklarında yoğun bir korku ve endişe hissederler. Bu korku, fiziksel semptomlarla birlikte gelerek günlük yaşamlarını derinden etkileyebilir. Panik ataklar, ani terleme nöbetleri, hızlı kalp atışları, titreme, nefes darlığı, mide bulantısı ve baş ağrısı gibi belirtiler sıkça yaşanır. Ayrıca ölümle ilgili konulardan kaçınma, sürekli ölümü düşünme ve ölüm sonrası korkular gibi davranışlar da yaygın olarak görülebilir. Bu belirtiler, bireyin yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyebilir ve sosyal, mesleki ve kişisel yaşam alanlarında fonksiyonel kısıtlamalara neden olabilir. Tanatofobiye sahip olanların yaşadığı bu semptomlar, kontrol altına alınmaması durumda kalıcı hale gelebilir ve yaşamın tüm yönlerine yayılabilir. Bu nedenle, tanatofobi semptomlarının erken tanınması ve uygun müdahale yöntemlerinin uygulanması önemlidir. Ölüm Korkusunun (Tanatofobinin) Nedenleri Nelerdir? Tanatofobinin kesin nedenleri tam olarak bilinmemekle birlikte, çeşitli faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Bu faktörler arasında genetik yatkınlık, travmatik deneyimler, ölümle ilgili aşırı maruz kalma (örneğin, kayıp yaşama, ölümle ilgili medya içeriği izleme), kültürel etkiler ve kişisel deneyimler yer alabilir. Ayrıca, kişinin ölümle ilgili inançları, yaşam değerleri ve kişilik yapısı da tanatofobi gelişiminde rol oynayabilir. Psikoloji ’de Genel Olarak Nasıl Değerlendirilmiştir? Psikanalitik Bakış Açısı: Freud'a göre, ölüm korkusunun temeli, bilinçaltımızda ölümsüzlük inancımızın olmasıdır; bu nedenle ölümü bilemeyip hayal edemediğimiz için insanlar ölümsüz olduklarına inanır. Hoffmann, bu çelişkiyi sorgulayarak ölümsüzlük inancımıza rağmen neden ahlak ve din gibi kurumlar geliştirdiğimizi açıklamaya çalışır. Bilişsel Bakış Açısı: Bilişsel kurama göre, ölüm korkusu kişinin ölümle ilgili düşüncelerinden kaynaklanır. Bu bakış açısı, ölüm ve ölüme dair düşünceler ve duygularla başa çıkma stratejileri geliştirmeyi önerir. Kişinin yaşama odaklanarak ölüm kaygısını fark etmesi ve etkin bir şekilde baş etmesi önemlidir. Varoluşsal Bakış Açısı: Becker'a göre, insan davranışlarının temelinde ölüm korkusu yatar; ölüm fikri hem insanı harekete geçirir hem de motive eder. Yalom'a göre, ölümün kabul edilmesiyle kişi hayatında köklü değişiklikler yapabilir. Ölümün yaşamımıza karşı en büyük tehdit olduğu düşünülür ve ölüm korkusunun toplumda yaygın olduğu ve her bireyde farklı seviyelerde olduğu kabul edilir. Ölüm korkusu, genellikle bilinçsiz bir şekilde bireylerin içinde yer alır ve süreklidir. Ölüm Korkusu (Tanatofobi) Nasıl Geçer? Tanatofobide genellikle bilişsel davranışçı terapi (BDT) ekolü ile terapi süreci sürdürülmektedir. Bunun yanında bir psikiyatristin reçete uygulaması da yine tanatofobiye müdahale yöntemleri arasındadır. BDT, danışanın korkularını anlamasına ve bu korkularla başa çıkma becerilerini geliştirmesine yardımcı olur. Bu terapi, ölümle ilgili düşüncelerin gerçekçi olmayan doğasını sorgulamak, endişe düzeyini azaltmak ve korkularla baş etme stratejileri oluşturmak için kullanılabilir.

  • Terapide Ev Ödevleri Neden Verilir?

    Psikoterapi sürecinde, terapist tarafından danışana verilen ve terapi oturumları arasında yapılan görevlere ev ödevleri denir. Bu görevler, terapötik hedeflere ulaşmayı desteklemek, danışanın öğrenme sürecini güçlendirmek ve terapötik ilerlemeyi sürdürmek için tasarlanmıştır. Ev ödevleri, özellikle bilişsel davranışçı terapinin (BDT) önemli bir parçasıdır ve terapi oturumları dışında danışanların bilişsel, davranışsal ve duygusal sorunlarıyla başa çıkmasına yardımcı olur. Bu ödevler, terapötik hedeflere ulaşmayı destekler, danışanların terapi becerilerini günlük yaşamlarında uygulamalarını sağlar ve motivasyonlarını artırır. Ev ödevleri, danışanların kendi terapötik yolculuklarında aktif bir rol oynamalarını teşvik eder ve terapi sürecindeki ilerlemeyi destekler. Araştırmalar, ev ödevlerinin sadece depresyon ve anksiyete gibi yaygın psikolojik bozuklukların tedavisinde değil aynı zamanda psikotik bozukluklar, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, madde bağımlılığı ve kronik ağrı gibi çeşitli durumlarda da etkili olduğunu göstermektedir. Ev ödevlerinin başarıyla tamamlanması, danışanların terapiye katılımını artırabilir ve terapötik sonuçları iyileştirebilir. Ev Ödevlerinin Temel Amaçları Nedir? Beck ve Tompkins'e göre; bilişsel terapi çerçevesinde kullanılan ev ödevlerinin altı temel amacı bulunmaktadır. Bu amaçlar şunlardır hemen hemen her ekol için genel olarak aynı anlamı taşımaktadır. Pratik uygulamalarla sorunlara çözüm bulma Kişisel farkındalığı artırma Bilişsel, davranışsal ve duygusal becerilerin pratiğini geliştirme Seanslarda öğrenilen teknikleri pekiştirme Düşünceleri sınama Nüksleri önleme Tüm bu ev ödevlerinin temel hedefi, terapi seanslarında öğrenilen yeni becerilerin seanslar arasında da uygulanarak, uyumsuz düşüncelerin belirlenmesi ve değiştirilmesidir. Ev Ödevlerinin Genel Olarak Önemi Nedir? Terapötik Sürecin Güçlendirilmesi: Ev ödevleri, terapötik sürecin etkin bir şekilde devam etmesine yardımcı olur. Terapist ile yapılan oturumlar arasında, danışanın terapiyle ilgili düşünme, duygusal deneyimlerini işleme ve yeni beceriler kazanma şansı bulur. Öğrenme Sürecini Destekleme: Ev ödevleri, danışanların terapi sırasında öğrendikleri becerileri günlük hayatlarına uygulama fırsatı sunar. Bu durum terapötik ilerlemeyi güçlendirmenin yanı sıra, öğrenmenin derinleşmesine de katkı sağlar. Empowerment (Güçlendirme): Ev ödevleri, danışanların kendi terapötik yolculuklarının aktif bir parçası olmalarını sağlar. Görevleri yerine getirme süreci, danışanların kendi potansiyellerini keşfetmelerini, güçlenmelerini ve sorumluluk almalarını sağlar. Uygulamalı Beceri Gelişimi: Psikoterapide sıklıkla öğretilen beceriler, ancak pratiğe aktarıldığında etkili olabilir. Ev ödevleri, danışanların terapiden elde ettikleri bilgiyi ve becerileri gerçek yaşam durumlarında kullanma şansı verir. Motivasyonu Artırma: Danışanlar, terapötik hedeflerine ulaşmaya yönelik ilerlemelerini gördükçe motive olurlar. Ev ödevleri, bu ilerlemeleri takip etmek ve motivasyonu artırmak için bir araç olarak kullanılabilir. Genel Olarak Ev Ödevlerinin Türleri Nelerdir? Bilişsel Görevler: Bu tür ev ödevleri, danışanın düşüncelerini ve inançlarını daha iyi anlamasına yardımcı olur. Örneğin, düşünce günlüğü tutma, olumsuz düşünceleri sorgulama ve pozitif alternatifler bulma gibi aktiviteler bilişsel görevlere örnektir. Duygusal Görevler: Bu ev ödevleri, danışanların duygularını tanımlamalarını, ifade etmelerini ve yönetmelerini destekler. Duyguları günlük olarak izleme, duygu günlüğü tutma, duygusal ifadeyi güçlendiren aktiviteler yapma gibi yöntemler duygusal görevlere örnektir. Davranışsal Görevler: Bu tür ev ödevleri, danışanların davranışlarını değiştirmelerine yardımcı olur. Örneğin, sıkıntılı durumlarda gevşeme tekniklerini uygulama, hedeflenen davranışları günlük olarak pratik etme, risk alarak yeni davranışlar deneme gibi aktiviteler davranışsal görevlere örnektir. İlişkisel Görevler: Bu ev ödevleri, danışanların ilişkilerindeki sorunları anlamalarına ve iyileştirmelerine yardımcı olur. Örneğin, iletişim becerilerini geliştirmek için rol yapma egzersizleri yapma, sosyal etkileşimleri analiz etme ve sağlıklı ilişki dinamiklerini öğrenme gibi aktiviteler ilişkisel görevlere örnektir.

  • Sınav Kaygısı

    Kaygı Kaygı, yaklaşmakta olduğu sanılan bir tehlikeden tedirginlik duyma durumudur. kaygının farkında olmadan öğrenilmiş bir tepki türü ve kazanılmış bir beceri olduğunu belirtmektedir. E. Işık’a göre de kaygı, hayatın herhangi bir anında karşılaşılan stresli bir durum karşısında yaşanılan doğal bir duygudur. Kişi iç ve dış dünyadan kaynaklı bir tehlike olasılığında mevcut durumu tehlikeli olarak algılar ve yorumlarsa kaygı duygusunu yaşamaya başlar ve bu duygu ile karşı karşıya kaldığı anda sanki kötü bir şey olacakmış hissine kapılır. Kaygı genellikle kişi duygusal veya fiziksel baskı altındayken ortaya çıkmakta ve olumsuz, hoş olmayan karışık duygularla birlikte kullanılmakta olduğu içinde olumsuz olarak algılanmasına neden olmaktadır. Herkeste değişik derecelerde kaygı vardır ve hiç kaygısı olmayan kimse hemen hemen yoktur. Fakat kaygının türü ve derecesi önemlidir. Eğer kaygı bireyin günlük yaşamının merkezi olur ve birey kaygı üzerinde odaklaşırsa, o zaman kişi normal yaşamını sürdüremez hale gelir. Bu haller bireyin değişik davranış bozuklukları geliştirmesine yol açar. Korku, Stres ve Kaygı Korku, stres ve kaygı kavramları çoğunlukla birbirinin yerine kullanılmakta olup aslında birbirinden farklı kavramlardır. Korku tehlikeli bir durum karşısında kişinin yaşadığı ve bedensel belirtilerin eşlik ettiği duygusal bir tepkidir. Korku ve kaygı fizyolojik dışavurumda (kalp atışlarında artma, kas gerginliği gibi) birbirlerinin benzeridirler. Örneğin, bilgi sınavlarından ya da iş mülakatlarından korkmayız, kaygılanırız. Ancak aynı tepkileri bu ortamlarda da gösterebiliriz. Eğer kişi sınav ortamına fiziksel bir risk ya da tehdit anlamı yüklüyorsa kendisini korkutuyor, kişiliğine bir risk ya da tehdit anlamı yakıştırıyorsa kendini kaygılandırıyor demektir. Korku ve kaygıyı asıl ayırt ettiren ölçüt, olaydan çok olaya verilen anlamların niteliğine bağlı olduğuna göre, kişi bir olay karşısında kendini hem korkutup hem de kaygılandırabilir. Korku ile kaygı arasındaki diğer farklar ise şunlardır ; Korku sırasında kişi, bedensel ve zihinsel güçlerini korku yaratan tehdidi ortadan kaldırma amacına yönelik olarak uygun bir biçimde kullanırken kaygı durumunda  kullanamaz. Bu sebeple korku normal bir tepkidir. Korkuda fiziksel varlığımızı tehdit eden unsurlar vardır. Kaygının kaynağı ise belirgin değildir. Korku daha kısa sürelidir ancak kaygı daha uzun süre devam eder. Korku kaygıdan daha şiddetli olarak hissedilir. Stres ise kişinin, fizik ve sosyal çevreden gelen uyumsuz koşullar nedeniyle, bedensel ve psikolojik sınırlarının ötesinde harcadığı gayrettir. Kişinin dış çevresindeki fiziksel koşullar ya da içinde bulunduğu sosyal ortamdaki psikolojik koşullar çevresine uyumunu ya kolaylaştırır ya da zorlaştırır. Uyumun zorlaştığı anlarda organizma bedensel ve psikolojik olarak yorulmaya başlar. Örneğin, sınava hazırlanma kaygısı, sınavda geçme ya da kalma korkusu bireyde gerginlik yaratmaktadır. Bu tür yaşam olaylarına karşı kişi uyum yapmaya çalışır. Çünkü yaşam olaylarının verdiği stresin şiddeti uyum yapma güçlüğü ile doğru orantılıdır. Stresin en yoğun olarak yaşandığı devreler özellikle ilk çocukluk, ergenlik, ilk, orta ve geç gençlik dönemleriyle birlikte evlenme ve yetişkinlik dönemi, orta yaş ve yaşlanma sürecidir Bir çok araştırmacı strese yönelik tepkileri açıklamak üzere anksiyete kavramını ortaya atmışlardır. Fiziksel zarar tehditleri, benlik değerine tehditler ve bireyin yapabileceğinin ötesinde performans için baskı, çatışmalar yani bu tür var olan stres durumunun devamlı hale gelmesi sonucu anksiyete meydana gelmektedir. Anksiyete çeşitli derecelerde yaşanılan “endişe”, “korku”, “kaygı” gibi kavramlarla adlandırılan nahoş duygu-heyecan olarak kullanılmakta ancak kesin olarak tanımı yapılamamaktadır. Ülkemizde bu konuda araştırma yapanların büyük bölümü anksiyetenin türkçe karşılığı olarak “kaygı” kavramını kullanmayı tercih etmişlerdir. Sınav Kaygısı Sınav kaygısı özel bir kaygı türü olup öğrenme yada akademik başarı ortamlarında özellikle bireyin değerlendirildiği koşullarda oluşan ve belirlenen korkuyla karışık bir tedirginlik duygusudur. Sınav kaygısı, sınav öncesinde başlayan çeşitli fiziksel ve psikolojik değişimlerle ortaya çıkan bireyin sınav esnasında performansını olumsuz yönde etkileyen yoğun kaygıdır. Çocuklarda ve ergenlerde en sık rastlanan kaygı sınav kaygısıdır. Çünkü sınava girmek stres dolu ve kaygı yaratan bir yaşantıdır. Her birey sınava yüklenen anlam ve sınava yönelik bakış açısına göre kaygının etkilerini değişik şekilde yaşar ve hisseder. Özellikle sarsıntıya duyarlı bireylerde kolayca dengesiz davranışlara neden olabilir. Sınav Kaygısının Nedenleri •        Öğrencinin özgüveninin düşük olması, •        Ebeveynin öğrencinin performansına yönelik yüksek beklenti düzeyi, •        Özellikle ergenlik döneminde öğrencinin aile ve çevresi tarafından başarısız olarak değerlendirilme korkusu, •        Öğrencinin sınava girmeden sınavda başarısız olacağını düşünmesi, •        Öğrencinin sınavı öğrenilen bilgilerin test edilmesi olarak algılamayıp kendi kişiliğinin değerlendirileceğini sanması, •        Öğrencinin sınav sonucuna odaklanması, •        Öğrencinin düzenli ders çalışma alışkanlığının olmaması, •        Öğrencinin görev ve sorumluluklarını sürekli ertelemesi, •        Öğrencinin     çalışma zamanlarında ve sınav esnasında zamanı iyi kullanamaması, •        Ebeveynin otoriter ve baskıcı tutumu, •        Yargılayıcı ve eleştirici tutumların varolduğu bir ortam, •        Tutarsız ebeveyn ve öğretmen davranışları, •        Öğrencinin başarılı olan kişi/kişilerle kıyaslanması, •        Öğrencinin önceki başarısızlıklarından dolayı yeni denemelerde de başarısız olacağı düşüncesi, •        Öğrencinin sınavı araç olarak değil amaç olarak algılaması, •        Fizyolojik ihtiyaçların karşılanmaması. (uykusuzluk,yorgunluk,yanlış beslenme gibi) Kişilik yapısı; kaygıya neden olan önemli bir etkendir. Rekabetçi, atılgan, mükemmeliyetçi, başarı eğilimli, kontrolü elinde tutmak isteyen bir yapı kaygıya eğilimlidir.Yoğun kaygının etkilerini yaşamaya daha az eğilimli kişilik yapısı ise kendine güvenli, kendisiyle barışık, çok yönlü ve sınavları kendini geliştirme aracı olarak gören bir yapıdır. Ders çalışma ise; özellikle, ilgilerin arttığı, hızlı bir büyüme ve gelişmenin olduğu gençlik döneminde öğrenci  için önemli bir sorun olur. Verimli ders çalışma etkili çalışma anlamındadır ve öğrencinin verimli ders çalışması için öncelikle çalışma teknikleri, öğrenme stili ve planlı olup olmadığı önemlidir. Planlama, bireyin  kendine güvenmesini sağlayabilir. Verimli ders çalışma sınav kaygısını azaltabilir. Her düşüncenin, inanca dönüşme potansiyeli, her inancın da kendisini gerçekleştirme gücü vardır. Çünkü düşündüğümüz gibi duygulanır ve davranırız. Kaygılanan öğrenci de kaygılanmasına sebep olan olumsuz düşünceleri çağrıştırarak, bu düşüncelerin gerçekleşeceği inancına kapılır. Bu düşünce yapısı “başarısız olmaya” odaklanmıştır. Zamanla birey başarısız olacağına kendisi de inanmaya başlar ve kaygı durumu ortaya çıkar. Sınavla ilgili bilişsel hatalar sonucu ortaya çıkan olumsuz düşünce biçimleri şunlardır : 1.    Ya Hep Ya Hiç: Tümüyle kusursuz olmayan her şey başarısız olarak nitelendirilir.      “Türkçe sınavından düşük puan alacağımı biliyordum. Bir daha asla iyi bir puan alamam.” “Ya bu okuldan mezun olurum ya da okula devam etmem.” 2.    Aşırı Genelleme: Tek bir olumsuz olay tüm durumlara genellenir. “Matematik sınavım iyi geçmedi, zaten hangisi iyi ki.” “Sınavda başarısız oldum. Babam beni bu okuldan mutlaka alır.” 3.    Zihinsel Çarpıtma: Olayların olumlu yönleri görülmeyerek olumsuz yönleri abartılır. “Fen sınavında 20 sorudan 5’ini yanlış yapmışım. Hep böyle oluyor, hiç bir zaman başarılı olamayacağım.” “Sınıfta yine sıralamada 3.oldum. Hiçbir zaman başarılı olamayacağım.” 4.    Olumluyu Geçersiz Kılma: Nedeni ne olursa olsun konu ile ilgili olumlu durumun yok sayılması, kabul edilmemesidir. Mevcut durumun olumsuz hale getirilmesidir. “Bu sefer yüksek not aldım ama bildiğim sorular geldi. Ben başarılı bir öğrenci değilim.” “Eğer arkadaşlarım ders çalışmama yardım etmeseydi, ben bu notu tutturamazdım.” 5.    Başarıyı Azımsama: Başkalarının başarıları abartılır, kişi başardığı işleri küçümser. “İkimizde aynı puanı aldık ama o benden daha çok çalışmıştır, bu puanı o hakketti.” 6.    Duygusal   Hareket          Etme:  Gerçeğin         olumsuz          duygularla        açıklanmaya çalışılmasıdır. “Ne kadar çaba harcasam boşuna, öyle hissediyorum ki hiç bir şey istediğim gibi olmayacak.” “Ben bu duyguları daha önce yaşamıştım. Biliyorum, sınavım kötü geçecek.” 7.    Zorunluluk Cümleleri Kurma: Kişi kendisini suçluluk duygularının baskısı altında tutarsa, yapılacak her şeyi yerine getirecekmiş gibi bir inanca kapılarak  her şeyi yapması gerektiğini düşünür. ”-meli”, “-malı” şeklinde zorunluluk yüklü kelimeler kullanır. Bu kelimeler ve cümleler alternatifsiz kurallara dayalı yapıdadırlar ve kişinin kendine olan güvenini azaltırlar. “Sınavda yüksek not almak için aralıksız çalışmalıyım.” “Hata yapmamalıyım.” 8.    Falcılık: Kişi gelecekte yaşanılacak durumun yolunda gitmeyeceğine dair olumsuz tahminler yapar ve gerçekleşmiş olgular olduğuna inanır.       “Biliyorum sınavda başarısız olacağım.” 9.    Keyfi Çıkarsama: Kişinin yeterince kanıtı olmadığı halde bulunduğu durumla ilgili veya yaşadığı olaylardan olumsuz sonuçlar çıkarmasıdır. Fen dersinden verilen ödevleri yapmakta zorlanan öğrencinin, “ Fen sınavında başarısız olacağım.” şeklinde yargıya varması örnek olarak verilebilinir. Anne Babanın Sınava Yönelik Tutumu Anne ve/veya baba farkında olmayarak öğrenciyi motive etmek ve başarıyı arttırmak için olumsuz bazı tutumlar sergileyebilirler. ”Böyle gidersen bu sınavda yüksek bir not alamayacaksın.” Veya öğrenciye sürekli “çalış” uyarısında bulunma. Bu şekilde yaklaşımlar bazen aileyle öğrenci arasına soğukluk girmesine, duygusal açıdan uzaklaşmaya sebep olmakta ve öğrencinin kendine olan güvenini sarsmaktadır.  Ayrıca anne ve/veya babanın çok küçük yaştan başlayan yüksek başarı beklentisi,öğrencinin hatalarını düzeltmesi için onu eleştirmesi,dayak gibi cezalarla eğitilmesi,yargı ifadesi taşıyan olumsuz etiketlemelerde bulunulması (sorumsuz, beceriksiz, tembel vb.) öğrencinin kendine olan güvenini azaltan diğer unsurlardır. Bunun sonucu ortaya çıkan kaygı, başarıya olumlu katkısı olmayan kaygıdır. Anne-babanın öğrenciye yaklaşımını göz önünde bulundurarak sözel anlatımlarla birlikte davranışlarıyla da öğrencinin yaşadığı kaygı karşısında sakin ve olumlu olduklarını ona hissettirmeleri, güven ve cesaret vermeleri öğrencinin kaygısını azaltabilir. Kaygı  bulaşıcı bir duygu olduğundan anne ve baba kaygılıysa bu öğrenciyi etkileyebilir. Sınav Kaygısı ile ilgili Kuramlar Anna Freud normal olan bir çocuğu tanımlarken şu ölçüleri ele almıştır : Arkadaşları ile iyi geçinip oyunlara katılma, oyunlarda bazen önder olma, çoğu zaman oyuna bir üye olarak katılma, yeterli okul başarısı, sınavlarda aşırı heyecanlanmama, güçlüklere kendi kendine çare bulabilme, insanlar arası ilişkileri kolayca kurabilme, toplum kuralları ve disiplini kolayca kabul edebilme, hislerini rahatça açıklayabilme, gerektiğinde kendini savunabilme, oyunlarda yenilgiyi kabul edebilme ve arkadaşları ile yardımlaşabilme. Bu özellikleri belirli düzeyde gösteremeyen veya önemli ölçüde aksatan çocukta uyum  ve davranış sorunları olduğu belirtilmiştir. Yazılı veya sözlü olsun sınav kaygısı hala toplumun çok geniş bir bölümünü ilgilendirmekte, doğrudan ve dolaylı olarak bu kaygının doğurduğu sonuçlar birçok kişiyi etkilemektedir. Sınav kaygısı ile ilgili olarak öne sürülen ilk teori 1950 yılında Mandler ve Sarason tarafından geliştirilen “Sınav Kaygısı Teorisi”dir. Bu teoriye göre test kaygısı güdüsel bir durum olup burada kişi “konuya yönelik olan” ve “konuya yönelik olmayan” şeklinde iki tür tepki göstermektedir. Konuya yönelik tepkilerde işin başarı ile tamamlanması ve iyi bir sonuç almayı hedefleyen kişinin konuya tam olarak odaklanması söz konusudur. Bu durumda sınav kaygısı düşmektedir. Konuya yönelik olmayan tepkiler ise sınav kaygısını oluşturur çünkü sınavdan çok sınav ile ilgili düşüncelere yöneldikleri için  sınavlarda kaygıya bağlı başarısızlık yaşanabilir. Bilişsel (Kognitif) Kurama Göre Kaygı Bu kuramda kaygının nedeni olarak olayların kendisi değil,kişilerin bu olaylarla ilgili beklentileri ve getirdikleri yorumlar belirtilmiştir. Kişinin yanlış ve çarpık düşünce kalıpları yanlış yorumlara neden olmaktadır. Olayların çarpıtılmış düşünce örüntüleriyle algılanması sonucu da kaygı ortaya çıkmaktadır. Kişinin bu olumsuz düşüncelerinin farkına varması kolay olmayabilir çünkü zaman geçtikçe oto- matikleşirler ancak bunların farkına varılması ve olumlu düşüncelerle yer değiştirmesi kaygıyı azaltabilir. Baltaş’a göre (1991) birçok kişi, insanın duygu ve düşüncelerini belirleyenin çevredeki insanlar ve meydana gelen olaylar olduğunu kabul eder. Bu sebeple insanlar, kendilerini gerginliğe iten ve duygusal açıdan sıkıntı veren, dışındaki olay ve kişileri suçlar. Böyle yaparak da önemli bir hataya düşer. Bu hata, insan hayatındaki en büyük gerginliğin ve baskının, olayları değerlendirme ve yorumlama biçiminden kaynaklandığını görebilmeyi engeller. Baltaş, bilişsel davranış terapisinin kurucusu olan Dr.A.Ellis’in geliştirdiği A-B-C modeli üzerinde düşünceler, duygular ve davranış arasındaki ilişkiyi açıklamıştır. A-B-C modeline göre; A: Olay, B: Yorum ve  yaklaşım biçimi, C : Duygu ve davranış’dır. Birçok A noktasındaki olayın doğrudan C noktasındaki duygu ve düşünceye yol açtığına inanır. Ancak A ve C noktaları arasında yorum ve yaklaşım biçimimiz vardır. Düşünce ve davranışı esas etkileyen bu yorum ve yaklaşım biçimidir. A  :   Olay (Öğrencinin ödevini yapmaması sonucu öğretmenin öğrenciyi eleştirmesi) B  :  Yorum ve yaklaşım biçimi (“Ödevlerimi zamanında bitirmeliydim.Bunun gibi olaylar birikirse öğretmenimle aram bozulur. Böyle gecikmeler sınava hazırlanmamı da güçleştirir.) C  : Duygu ve davranış (Öğrencinin problemin nereden kaynaklandığını bilmesi “daha iyisini yapabilirim.” yaklaşımının korunması.) Öğrenci olayı B’deki gibi yorumlarsa sebepleri fark edecektir ve benzeri bir olay tekrarlanmayacaktır. Ayrıca öğretmeniyle ilişkisi gelişecek ve sınavlara daha kolay hazırlanabilecektir. Olayı değerlendirme biçimi kişiyi gerilime sokar. Çoğunlukla da stresi ve sınav kaygısını yaratan doğru ve akılcı olmayan düşünce biçimidir (Cüceloğlu, 1998). Yeterli Benlik Kuramı Bandura ve meslektaşları (Adams, Hardy ve Howells, 1980) bireyin kendisiyle ilgili düşüncelerinin onun davranışlarını nasıl etkilediğiyle ilgili geliştirdikleri bu kurama göre, herhangi bir durumda birey o durumun gereklerini yerine getirmekte kendini yetersiz görürse, korku ve kaygı içine girer. Birey, içinde bulunduğu durumun gereklerini yerine getirmekte yeterli yetenek ve becerilere sahip olduğuna inanırsa, herhangi bir korku ve kaygı geliştirmez. Araştırmacıların vurguladıkları nokta, kendine güvenen ve yeterli beceri, yeteneğe sahip olduğunu düşünen bireyin, enerjisini kaygı ve korkuya harcamayacağı için, içinde bulunduğu durumda başarılı olacağıdır Spielberger’in İki Faktörlü Kaygı Kuramı 1958 Yılında Cattell ve Scheier kaygı ile ilgili araştırmalar yaparak “Durumluk Kaygı ve Sürekli Kaygı” adını verdikleri iki kaygı türü belirlemişlerdir. Spielberger (1966) kaygı ile ilgili bu  çalışmaların ardından Cattell ve Freud’dan etkilenerek yeni bir sentez oluşturmuş “İki Faktörlü Kaygı Kuramı”nı geliştirmiştir. Bu kaygı türlerinin ölçülmesi de Spielberger ve arkadaşlarının (1970) Durumluk ve Sürekli Kaygı Envanteriyle yapılmaktadır (Akt.: Öner & Lecompte, 1985). Sürekli Kaygı (A-Trait), kişinin öz değerlerinin tehdit edildiğini sanması veya içinde bulunduğu durumları stresli olarak yorumlaması sonucu kişinin duyduğu kaygıdır.Birey tarafından nötr durumlar tehlikeli ve özünü tehdit edici olarak algılandığı için hoşnutsuzluk ve mutsuzluk duygusu oluşur. Sürekli kaygı nevrotik kaygı olarak da isimlendirilir (Kulaksızoğlu, 1999). Bu tür kaygı seviyesi yüksek olan kişiler kolaylıkla incinirler ve karamsarlığa kapılırlar. Durumluk kaygıyı da diğer insanlardan daha sık ve yoğun bir şekilde yaşarlar. Ayrıca kaygı yaşantısına yatkınlardır. Durumluk Kaygı (A-State), Kişinin belirli bir uyarıcı ve durumu, potansiyel olarak kendisi için zararlı, tehlikeli ve tehdit edici olarak algılandığında hissettiği subjektif korkudur ve genellikle geçici olmakla birlikte yaşanılan duruma özgü olarak ortaya  çıkmaktadır. Durumluk kaygı sırasında terleme, sararma, titreme, bulantı, kızarma, kalp atışlarında artma gibi fizyolojik değişimlerle birlikte huzursuzluk, sinirlilik gibi psikolojik değişimlerde oluşmaktadır. Durumluk kaygı, karmaşık ve kendine özgü bir heyecan durumu veya reaksiyonudur. Sınav kaygısı, ameliyat öncesi yaşanan kaygı, örnek olarak verilebilinir. Kaygı yaratan faktör olduğu zaman durumluk kaygı seviyesinde yükselme, ortadan kalktığı zaman ise düşme olur (Öner & Lecompte, 1985). Kaygının Belirtileri Kaygının Fizyolojik Belirtileri Kaygının derecesi ve başarmak istenilen görevin zorluk derecesi kaygının yararlı ya da zararlı olduğunu belirler. Oldukça karmaşık bilişsel işlemleri içeren bir görevi başarma durumunda, kaygının zararlı olduğu saptanmıştır. Belirli nesneleri önceden belirlenmiş gruplara seçtirme gibi basit bir işlemi gerektiren durumlarda orta derecedeki kaygı, göreve daha erken başlamada ve daha erken bitirmede yararlı bulunmuştur. Kaygı sırasında salgılanan adrenalin de bunu sağlar. Çünkü adrenalin miktarının uyarıcı etkisi ve dikkati odaklamada önemli rolü vardır. Aşırı kaygı durumunda salgılanan yoğun adrenalin ise bilgi transferini engeller, birtakım fiziksel  belirtilerin ortaya çıkmasına ve paniğe sebep olur. Kişinin de farkında olabildiği bu belirtiler şunlardır : •        Adale spazmı •        İştah kaybı •        Mide ağrıları •        Uyku düzeninin bozulması •        Kalp vurum sayısının artması •        Kalp çarpıntısı •        Baş ağrısı •        Bağırsak hareketlerinde değişiklik (ishal-kabızlık) •        Nefes alıp vermede düzensizlik •        Nefes darlığı •        Terleme •        Titreme •        Bulantı •        Kilo kaybı •        Yorgunluk, halsizlik •        Dilin damağın kuruması •        El ve ayak parmaklarının soğukluğu •        Cilt deri sorunları (Rengin soluklaşması vb.) Kaygının Psikolojik Belirtileri •        Huzursuzluk •        Umutsuzluk •        Tedirginlik •        Öfke-kızgınlık •        Endişe •        Korku •        Mutsuzluk •        Çaresiz hissetme •        Durgunluk, ilgisizlik, isteksizlik •        Nedensiz olarak ağlama isteği veya kolayca ağlama eğilimi •        Yalnızlık hissi •        Kendine güvenememe •        Ruh halinde değişkenlik •        Gerginlik ve/veya sinirlilik hali •        Karar vermede güçlük Kaygının Zihinsel Belirtileri •        Aşırı uyanıklık hali •        Olumsuz yorumları içeren inanç ve düşünceler •        Unutkanlık •        Düşünceleri organize etmede güçlük çekme •        Konsantrasyon bozuklukları Kaygının Davranışsal Belirtileri •        Kişinin sakin bir şekilde oturmasını ve dinlenmesini engelleyen aşırı psikolojik enerji sonucu hareketlilik. •        Kaçma davranışı (Örneğin, öğrencinin sınavı yarıda bırakıp çıkması) •        Kaçınma davranışı (Örneğin, öğrencinin sınava girmemesi) •        Pasif-agresif savunma yapılanmaları gibi kişinin performansını ve uyumunu engelleyici davranış biçimleri gelişir (Sabah Gazetesi, Makale, 15.Haziran. 2006). Sınav kaygısı sınavın ilk 30-40 dakikası içinde yoğun olarak yaşanır ve sınavın sonuna doğru bu belirtiler gittikçe azalmaktadır. Kaygı ve Öğrenme Öğrenme, tekrarlayarak veya bir yaşantı sonucu davranışta ve bilgi düzeyinde meydana gelen oldukça devamlı bir değişiklik olup beyindeki sinir hücreleri arasında kurulan protein zinciriyle meydana gelir. Öğrenmenin gerçekleşmesinde yaş, zeka gibi bireysel özelliklerin yanı sıra öğrenilecek malzemenin özellikleri, öğrenme ortamı gibi faktörlerde etkilidir. Öğrenilen malzeme basit ve kolaysa, yüksek kaygı derecesi bunun çabuk öğrenilmesine yol açar. Öğrenilen malzeme karmaşık ve zorsa, o zaman yüksek kaygı öğrenmeyi zorlaştırır. Kaygı düzeyi daha düşük olanların başarısı yükselir. Kaygı ve öğrenme arasındaki ilişki, güdülenme ve başarı arasındaki ilişkiye benzer. İlgi duyulan bir konuyu öğrenmekte güçlük çekilebileceği gibi konu ne kadar ilgi çekiciyse o kadar çalışmaya motive olup  başarı arttırılabilinir. “Matematik dersini çalışırken daha iyi öğreniyorum çünkü matematik dersini seviyorum.”, “Fen öğretmenimi çok seviyorum, bu yüzden fen dersini daha zevkle çalışıyorum.” gibi. Düşünsel, davranışsal ve fizyolojik düzeyde yoğun yaşanan kaygı öğrencinin dikkatini çalıştığı konuya vermesini engeller, öğrenmeyi güçleştirir. Sınava da aynı kaygı taşınır. Öğrenci hiçbir şey bilmediği hissine   kapılır, akademik performansının altında bir başarı gösterir. Yapılan araştırmalar beyinde katekolamin (stres sırasında salgılanan nörotransmitter) miktarındaki artışın hatırda tutulan miktarı artırdığını ve yakın bilgilerin hatırlanmasını düzenlediğini ve hafıza depolanmasını olumlu yönde etkilediğini ortaya koymuştur. Bu sonuç öğrenme için belirli bir düzeyde stresin yol açtığı kaygıya ihtiyaç olduğunu, herhangi bir kaygı olmadan da öğrenmenin zor olduğunu göstermektedir. Ancak kaygının çok düşük ve yüksek olduğu hallerde, öğrenme verimli olmamaktadır. Öğrenme için orta düzeyde bir kaygıya ihtiyaç vardır. Orta düzeyde yaşanan kaygıda kişinin performansı artar ve en yüksek düzeyde öğrenme gerçekleşir. Ayrıca kişi sakindir,kendine güveni vardır, hızlı ve kolay karar verir. Yüksek kaygı sırasında ise beden kimyasında meydana gelen değişiklikler, beyinde öğrenme için gerekli olan protein zincirlerinin oluşumunu engeller. Akıl yürütme ve soyut düşünme yönündeki zihinsel faaliyeti bozar. Bu sebeple yüksek sınav kaygısı öğrenci başarısızlığına yol açan en önemli faktörlerden biridir. Sınav Kaygısının Sonuçları Sınav durumuna bağlı olarak ortaya çıkan gerilim ve kaygı, ergenlerde sıklıkla az veya çok patolojik reaksiyonları ortaya çıkarmakta ya da bu bozuklukların ortaya çıkışını kolaylaştırıcı ek bir faktör olarak rol oynamaktadırlar. Sınav kaygısı : •        Özgüven eksikliği, •        Depresyon, •        Somatizasyon, •        Uyku ve yeme bozuklukları, •        Tikler, •        Obsesif-kompulsif bozukluklar vb. neden olabilir. Sınav Kaygısı ile Başa Çıkma Yolları Sınav kaygısını azaltmak için iki türlü çalışma yapılabilinir: Zihinsel ve  bedensel uygulamalar. A)             Zihinsel Uygulamalar: Sınavla ilgili düşünce biçiminin olumlu olarak düzenlenmesi, sınavın  bilgilerin değerlendirildiği ve tecrübe kazandıran bir araç olduğunun vurgulanması, öğrencinin ders çalışma sistemini yeniden düzenlemesi ve verimli çalışmasının sağlanması, geçmişteki başarıların üzerinde durulması, “başarı” kavramının değişken bir kavram olduğunun bilinmesi ve tek bir seçeneğe indirgenmemesi, girilecek sınavın ne tipte bir sınav olduğunun öğrenilmesi ve kaygıdan kaçmak yerine kaygıyı gözetirken kişinin kendini tanıması gibi çalışmaları kapsar. Ayrıca sınavlara tekrar tekrar girerek sınav tecrübelerinin arttırılması ve öğrencinin özgüveninin kazandırılması sınav kaygısını azaltmaya katkıda bulunan diğer önemli unsurlardır. B)             Bedensel Uygulamalar: Progresif gevşeme tekniği,doğru ve derin nefes almanın öğrenilmesi, relaksasyon egzersizleri, otojenik eğitim, meditasyon, biyolojik geribildirim, yoga, otohipnoz tekniği bireyler tarafından kullanılan yöntemlerden bazılarıdır. Bunlarla birlikte  düzenli uyku saatleri, yeterli ve dengeli bir beslenme programı da önerilmektedir. Baltaş ve Baltaş, sınav kaygısıyla başa çıkmak için davranış düzeyindeki düzenleme ve  çabaları da uygulamalara dahil etmişlerdir. Davranışçı tekniklerde davranış biçiminin değiştirilip güvenli davranış biçiminin kazanılması yer almaktadır. Sınav kaygısını azaltmada aileye de düşen sorumluluklar vardır. Öncelikle aileler çocuklarını iyi tanımalılar ve her çocuğun ayrı bir kişilik olduğunu bilmelilerdir. Anne, baba olarak çocuğun kişilik yapısına uygun tutumlar geliştirmelilerdir. Ailenin sevgi ve takdirinin başarıya dayanmadığı öğrenciye hissettirilmeli ve aile öğrencinin sorumluluklarını üstlenmekten kaçınmalıdır. Aileler sınav kaygısı konusunda profesyonel bir yardım da alabilirler. Özgüven Özgüven, bireyin kendisine yönelik iyi, olumlu duygular geliştirmesi sonucu kendini iyi hissetmesidir. Bu iyi hissetme sonucunda kendisiyle ve çevresindeki kişilerle barışık olması demektir. Özgüven “yüreklilik, cesaret” olarak tanımlanır. Türkçe sözlük anlamı ise, ”kişinin kendine  güvenme duygusu (self confidence)”dur. Kugle (1983)’ a göre kişiliği oluşturan kavramlardan biri olan özgüven kişinin kendisini değerlendirmesi ve kendisinden memnun olup olmaması sonucu oluşan öznel bir olgudur. Koşullara, konuma, gelişmelere göre değişebilir. Yüksek-düşük özgüven şeklinde olumlu veya olumsuz olabilir. Kişinin yüksek veya düşük özgüvenli oluşu,  kişinin davranış ve hislerini farklı yönlerde etkiler. Bireyin özgüveninin oluşmasında temel rol oynayan benlik kavramı; bireyin ne olduğunu, ideal benlik; olmayı istediği ben’ini, özsaygısı ise; bireyin ne olduğu ile ne olmak istediği arasındaki farka ilişkin duygularını gösterir . Bireyler benlik     kavramları doğrultusunda davrandıklarında, kendilerini güvenli ve yeterli hissederler. Davranışları, kendilerini değerlendirmelerinden, kendilerine verdikleri rolden farklı olduğunda ve bireyler istediklerinin dışında davranmaya zorlandıklarında kendilerine olan güvenleri zedelenir. Lindenfield’e göre Özgüven; iç güven ve  dış güven  olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İç güven; bireyin kendisinden memnun ve kendisiyle barışık olduğuna dair duygu ve düşünceleridir. İç güveni oluşturan unsurlar kendini sevme, kendini tanıma, belirgin hedefler koyma ve olumlu düşünme’dir. Kendini tanımak kendini sevmekle başlar. Kendini seven kişiler kendilerine güven duyarlar ve kendileriyle barışıktırlar. Kendilerine güvenli kişilerin ise her zaman belli hedefleri vardır. Dış güven ise; bireyin çevresine kendisinden hoşnut ve emin olduğuna dair  göstermiş olduğu tavır ve davranışlarıdır. Dış güveni oluşturan unsurlar iletişim ve duygularını kontrol edebilmedir. Özgüvenin Oluşumu Çocuğun psikososyal gelişim evrelerinde doğumla başlayan ve bir yaşına kadar devam eden dönem “temel güven duygusunun” oluştuğu dönem olarak gösterilir. Bu dönemde verilen sevginin ve ilginin tutarlı, yeterli ve devamlı olması özgüvenin oluşmasında önemli rol oynar. Özellikle bebeğin annesine veya ona bakan kişiye güvenmesi çok önemlidir çocukların bebeklik döneminde annesi veya onun yerini alan kişi ile oluşturduğu güvenli bağlılık duygusunun olumlu benlik anlayışı geliştirmesini, çevreyi araştırıp değerlendirmesini ve kendini yeterli görmesini sağlayacağını belirtmektedir. Çocuğun kendine ait farkındalık düzeyi üç yaşına kadar yeterince gelişmemiş olduğundan, kendisiyle ilgili algısında, anne-babanın ve çevresindeki kişilerin tutumları etkendir. İhtiyaçlarının uygun biçimde karşılanması sonucu çocuk, kendi benliğini değerli bir varlık olarak algılar. Çevresini de değer veren, güvenilir bir çevre olarak değerlendirir. Böylelikle güven duygusunun temeli atılmış olur. İki yaşından itibaren çocuk, çevresini keşfetmek ve çevre üzerinde denetim gücü kazanmak amacıyla her şeye karşı derin bir soruşturma ve öğrenme eğilimi gösterir. Sorduğu sorular karşısında çocuğun çevresinden alacağı  tepkiler özgüven gelişimi için önemli bir unsurdur. Üç-altı yaş arasındaki oyun döneminde ise çocuğun en büyük uğraşı oyundur. Oyun çocuğun özgürlük ve yaratıcılık ortamı aynı zamanda arkadaşlık ilişkilerini başlatıp geliştirdiği ortamdır. Toplu oyunlarda çocuklar kendilerini oynadıkları gibi başka kişileri de oynarlar. Yani toplumsal ilişkileri de öğrenirler. Bu nedenle bu dönemde sevgiden sonra gelen en önemli gereksinim, oyun ve oyunun sağladığı arkadaşlık ilişkileridir. Arkadaşlık ilişkisine bu dönemde olanak verilmeyen çocuklar ileriki yıllarda çekingen ve güvensiz olurlar. Oyun döneminin sonuna doğru çocuğun kendi kendini denetleme ve yönetme becerisi gelişir. Çocuk, güven duygusu gelişmesi ve olgunlaşmaya başlamasıyla beklemeyi, tepkilerini dizginlemeyi ve önündeki engelleri aşmayı öğrenir. Özgüven Kavramına Yönelik Görüşler Erikson, normal gelişimi sekiz evre halinde ele almış, her evrede benliğin karşılaştığı bir olumlu benlik, bir de bunun karşıtını belirtmiştir. Bu evreler: Bebeklik, küçük çocukluk, ilk çocukluk, orta çocukluk, ergenlik, genç yetişkinlik, orta yetişkinlik ve ileri yetişkinliktir. Erikson’a göre bebeklik; doğumdan ortalama birinci yaş sonuna kadar devam eden temel güven duygusunun geliştiği bir evredir. Çocuk, doğduğu andan itibaren, içinde bulunduğu toplumla karşılıklı bir alışveriş içine girmiştir. İlişki kurduğu en önemli kişi anne veya anne yerine geçen insandır. Bu dönemde bebeğin biyolojik gereksinimleri doyurulunca örneğin beslenince vb. haz, karşılanmayınca acı duyar. Yani alıcı yapısına karşı annenin verici olabilmesi, karşılıklı işleyen bir bütünü oluşturur. Bebek için anne ile dengeli bir beraberlik sağlanırsa bebekte “iyi olma”, “kendini iyi hissetme” duygusu gelişebilir. Çünkü O’nu anlayan, seven ve rahatlatan bir varlık var demektir. Bu varlıkla düzenli ve tutarlı bir alma-verme ilişkisi ve bu ilişkiyi sağlayanın değişmeyen (aynı) kişi olması sonucu bebekte güven duygusu gelişir. Erikson’a göre anne-çocuk ilişkisindeki bu süreklilik, tutarlılık ve aynılık çocukta temel güven duygusunun özünü oluşturur. Böylece çocuk önce kendisini seven, koruyan anneye güvenir, sonra kendini annenin sevgi ve güvenine değer bulur. Yani kendisine güvenmeye başlar. Artık çocuk benliğinde sağlıklı bir kişiliğin gelişmesi için gerekli olan temel güven duygusu gelişmektedir. Bu çocuğun kendine ve dış dünyaya güvenebilmesi demektir. Anneyle veya anne yerine geçen kişiyle ilişkinin sağlıklı veya sağlıksız kurulmasına göre, bebeğin temel güven duygusu da sağlıklı veya sağlıksız gelişir. Çünkü bu dönemde elde edilen güven duygusunun niceliği, bebeğe verilen besinlerin ya da sevgi gösterilerinin niceliğine değil, daha çok anne-çocuk ilişkisinin niteliğine bağlıdır. Ve çocukluğunda temel güven duygusu sağlıklı gelişen insan ileriki yıllarda da hem kendine güvenir, böylece karşılaştığı güçlüklerle başa çıkabilecek yetenekte olduğu inancındadır; hem dış dünyaya güvenir, çevresi tarafından terk edilecekmiş gibi her an tetikte hissetmeden kendini güvenilir bulur. Bu güvenli kişiler ileriki yaşamlarında genellikle alışkanlıklara ve kuşkulara daha az kapılırlar, kendilerini yeterli bulur ve gelecek konusunda iyimserlik duygusu taşırlar. Sever ve sevilirler. Temel güven duygusu olumlu ve sağlıklı gelişmeyen kişilerde ise ileriki yıllarda şizoid ya da depressif türde içe kapanma görülebilir, alkol veya uyuşturucu madde alışkanlığı daha kolay gelişebilir. Bu kişiler daha şüpheci ve alıngandırlar. Erikson bu evredeki gereksinmelerin karşılanmaması durumunda çocuğun diğer evrelere geçemeyebileceğini belirtmiştir. A.Adler’e göre, çocuğun erişkinlerin oluşturduğu bir çevre içinde dünyaya gözlerini açması, kendisini küçük, güçsüz, eksikliklerle dolu ve yetersiz bulmaya iter. Bu güçsüz durumdan çıkıp hedeflerine varma başarısı veya başarısızlığı, özgüven oluşumunu olumlu veya olumsuz etkiler. Anne ve babanın çocuğun bu çabasına destek olmaları çok önemlidir. Bu desteği bulamayan çocuklar veya anne-babanın aşırı koruyucu tutumu özgüveni zedeleyebilir. S.Freud, özgüven kavramı yerine genellikle kendinden nefret etme,kendini mahkum etme gibi güçlü duyguları incelemiştir. Sullivan’a göre, birey özgüvenini kaybetmemek için sürekli uğraş verir. Özgüveni yitirmek kaygıya dönüşebilen bir huzursuzluğa neden olabilir. Sullivan’ın özgüven oluşumunu insanlar arası ilişkilere bağlaması, ebeveyn ve kardeşlerin özgüven oluşumundaki rollerini vurgulaması ve özgüvenin gelişmesini sağlayan yöntemlere ağırlık vermesi özgüven konusundaki katkılarıdır. S.Coopersmith, özgüveni kişinin tavır ve davranışlarını belirleyen, kendi hakkındaki değerlemeler olarak tanımlar. Yaptığı araştırmalar sonucunda çocuğun anne ve babası tarafından kabul edilmesinin, çocuğun kendisine tutarlı ve iyi tanımlanmış özgürlük sınırlarının uygulanmasının, çocuğa insiyatif kullanma olanağı sağlanmasının, çocuğun yüksek özgüvenli yetişmesinin üç temel koşulu olduğunu saptamıştır. Rosenberg, özellikle ergenlik çağındaki kişilerde yüksek özgüvenin oluşmasına neden olan etkenleri araştırmış, yaptığı ölçümlerle sosyal çevrenin ve aile ortamının da önemi vurgulanarak ergenlik döneminin değişik yaşlarının özgüvende oluşturduğu farklılaşmaları belirlemiştir. E.Fromm’a göre, her şeyi sevmenin ön koşulu, kişinin kendisini sevmesidir. Kendini sevmek ve özgüven kavramları eş anlamlı olup sevebilme, güvenme, yaratıcılık ve kendini ifade edebilme özellikleri, özgüvenin yansımalarıdır. Bu özellikler kabul edilme, ilgi, ifade özgürlüğü gibi toplumsal olguların bir ürünüdür ve ilk oluşumları aile içi ilişkilerden kaynaklanır. Kişinin kendini sevmemesi, özgüvenden yoksun olması, başkalarına karşı güvensiz ve düşmanca bir davranışa yol açar. K.Horney, çaresizlik ve yalnızlık hislerini oluşturan nedenleri araştırır, ”Temel kaygı” (basic anxiety) adını verdiği bu hislerin mutsuzluğa, kişisel etkinliğin ve verimin azalmasına yol açtığına inanır. Horney’e göre kaygıyı doğuran nedenler; kişinin baskı altında olması, takdir edilmemesi, horlanması, ilgi ve saygı görmemesi gibi çevresel davranışlardır. Bu tavırlar ise ebeveyn ile çocuk arasındaki uyumsuz bir ilişkinin simgesidir. Çocuk, çevresindeki dünyayı kendisine düşman gibi hissederse, ”Temel kaygı”nın içine düşer. Horney’e göre bu his, güvenlik hissinden yoksun olmanın bir sonucudur. Güvenlik hissi,özgüven kavramı ile bağlantılıdır. C. H. Cooley, gelişim teorisi içinde benlik ve özgüven kavramlarını incelemiş ancak bu kavramları ayrıntısıyla ele almamıştır. Anne ve babanın çocuğun çevresindeki en önemli kişiler olması nedeniyle, ilgili, saygılı, kabul edici ve onaylayıcı tutumlarının çocuğun yüksek özgüvenli gelişmesindeki önemli katkısını belirtmiştir. W.James, insan davranışının anlaşılabilmesinde özgüven kavramının önemini vurgulayarak özgüvenin oluşumundaki etkenlere yönelik genel öneriler ortaya atar. James; Hedefe varmaktaki başarı / Varılmak istenen hedef = Özgüven şeklinde bir denklemle ifade eder. Bu denklem, bireyin hedeflediği başarıya ulaşma oranının yüksek veya düşük özgüveni oluşturacağını belirtir. Maslow, insanın temel ihtiyaçlarını sıralamış ve tabandan tepeye doğru bir piramit oluşturmuştur. İlk önce doyuma ulaştırılması gereken temel ihtiyaçlar sırasıyla;fizyolojik ihtiyaçlar, güven ihtiyacı, sevgi ve ait olma ihtiyacı, değer-saygı ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacıdır. Bu sistem içinde kendini değerlendirme ihtiyaçlarının tatmini bireyin kendine güvenmesini (özgüvenini), kendini değerligüçlü-yeterli ve gerekli bir kişi olarak hissetmesini sağlayacaktır. Özgüvenin Oluşumunu ve Gelişimini Etkileyen Faktörler 1. Ana-Baba Tutumları: Çocukta güven duygusunun oluşması ve gelişmesi, ailenin eğitim anlayışına, tutumuna ve disiplinine bağlıdır. Çocuk davranışını bu tutumlara ve davranışlara göre ayarlar. Anne ve babanın çocuklarına yönelik tutumlarını etkileyen başlıca faktörler arasında, anne-babanın beklentilerine uygun çocuğa sahip olup olmamaları, çocuklarının sayı, cinsiyet ve karakteristik özelliklerinden memnun olup olmamaları bulunabilir. Ancak anne ve babanın çocukluk yıllarındaki kendi anne babasıyla olan deneyimleri, şimdiki tutumlarında etkili olabilmektedir. Eşlerin kendi aralarında iletişimlerinin sağlıklı olup olmaması da çocuklarına yöneltecekleri tutumlarını etkileyen bir diğer etkendir. Anne ve babanın özgüveni olan bir çocuğa sahip olabilmeleri için önce kendilerine, sonra birbirlerine, ardından da çocuklarına güvenmeleri gerekir. Betthelheim’e göre kendisine saygısı olan bir anne-baba, çocuğundan katı biçimde saygı bekleyerek kendi güven duygusunu destekleme ihtiyacı duymaz. Eğer kendine güveni varsa,çocuk kendine saygı göstermediği zamanda çocuğunu kabul edecek ve kendi otoritesini tehdit altında hissetmeyecektir. Özgüveni düşük ve orta düzeyde olan anne-babanın, çocuklarının özgüveni de aynı düzeyde olur. Özgüveni zayıf olan anne ve babalar kendilerini ihmal eden, ya kendinden ya da başkalarından aşırı talepleri olan kişilerdir. Özgüveni orta düzeyde olan anne ve babalar, başarıya ve başkalarının onayına fazlasıyla bağımlıdırlar. Özgüveni yüksek anne-babalar ise hem kendilerini hem de başkalarını tam anlamıyla kabul etmiş kişilerdir (Humphreys, 2001; Akt.: Ekşi, 1990). Eşler arasındaki güvensizlik de çocuğa olumsuz yansır. Çocuk bu şekilde güvensiz bir ortamda büyümenin verdiği endişe ve kaygılarla, anne-babasına karşı güvensizlik duyguları besler. Özgüvenini geliştiremez. Bu duygudan yoksun olan çocuk ileriki yıllarda çekingen ve kararsız olur, kendine ve çevresine güven duymaz. Anne-babanın çocuklarına yönelik tutumlarının özgüven kavramı üzerindeki etkileri şu şekildedir: Aşırı koruyucu ve müdahaleci tutum: Anne-babanın aşırı koruması, çocuğa aşırı kontrol ve özen göstermesi anlamına gelir. Anne ve baba müdahelecidir ve buna hakkı olduklarını savunurlar (Yavuzer, 1990). Çocuğun, yapabileceği  işlerden koruyarak büyütülüp kendisine her şeyin hazır olarak sunulmasına alıştırılması sonucunda, çocuk ilerde diğer kimselere aşırı bağımlı, özgüveni zayıf, girişimci olamayan, pasif, duygusal kırıklıkları olan, sorumluluk almaktan çekinen, kendi yapması geren işleri başkalarının yapmasını bekleyen biri olabilir. Aşırı koruyuculuk, genellikle kadınlarda görülür ve bu kadınların ortak özelliği, “Hayatta hiçbir şeye ve kimseye güvenmemeleri”dir. Çevreye ve yaşama güvenmemenin ardındaki gerçek ise, kendine olan güvensizliktir. Bu kişiler, kendi davranış bozukluklarını çocuklarına da yansıtarak olumsuz bir model olurlar (Öz, 1997). Tutarsız ana-baba tutumu: Çocuk gelişiminde disiplinin dengeli ve tutarlı olması çok önemlidir. Anne veya babadan birinin çok kısıtlayıcı, diğerinin çok hoşgörülü olması gibi, anne veya babanın, bir konuda önce çok sınırlayıcı olup bir süre sonra hoşgörülü olması da çocuklarda davranış bozukluklarına yol açar. Aşırı baskıcı ve otoriter tutum: Anne veya babadan birinin ya da her ikisinin baskısı altında kalan ve onların karşısında korkan çocuk, çekingen, başkalarının etkisinde kolay kalabilen, özgüveni düşük, aşırı hassas bir kişilik yapısına sahip olabilir. Bu tutumla yaklaşan ebeveynlerin eğitiminde ceza ön plandadır.Dayak veya korkutma yöntemleri kullanılır. Böyle bir aile ortamında çocuğun benliğinle ilgili olumsuz yargılarının ve kendine güvensizliğinin olduğu, yapabileceği işlere yapamayacağı şeklinde olumsuz düşünüp girişmemesi, kendini diğer insanlara ifade etmekte çekingen davranması gibi olumsuz davranış kalıpları görülür. Eşitlikçi-Demokratik tutum: Bu tutumu gösteren ebeveynin hoşgörü ve sevgi göstermesi temel davranışlarındandır. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar temel güven duyguları gelişmiş, girişimci, sorumluluk alabilen, kendini gerçekleştirmeye istekli, fikirlerini serbestçe ifade edebilen ve sosyal bireylerdir. Çünkü anne ve baba tarafından duygularını ve düşüncelerini ifade ederlerken dinlenirler. Dinlemenin temelinde sevgi, saygı ve karşıdakini kabullenme vardır. Çocuğun, dinlendiğini fark etmesi, onun kendine olan güveninin artmasında önemli bir etkendir. Demokratik ebeveynler tarafından yetiştirilen ve kendilerine güveni olan çocuklar ve ergenler herhangi bir grup tarafından idare edilmeye ihtiyaç duymazlar. Çünkü bu şekilde yetiştirilen bireyler uygun kararları alabilmek için gerekli olan becerileri daha önceki dönemlerde kazanırlar. Anne veya babanın çocuklarından birini açıkça yeğlediği bir tutumda, ikinci planda kalan çocuğun kıskançlık, güvensizlik ve değersizlik duyguları yaşamasına neden olur. Annenin pasif olduğu aile sisteminde de hem erkek çocuğu kadın kimliği konusunda, hem de kız çocuğu kişilik ve özgüven konusunda olumsuz yönde etkiler. Çocuğun hem ailesine hem de kendine güven duyması çok önemlidir. Çocuğun kendine güven duyması ve doğru davranışı özgürce seçebilmesi için, kendi başına bazı işler başarması, bu başarısı ile kendisini kanıtlaması gerekir. Bu başarısı nedeniyle ebeveyninden “olumlu geri bildirim” alan çocuğun aile ile iletişimi olumlu etkilenir, çabası artarak sürer ve özgüveni pekişir. Dengeli, duygusal ve toplumsal etkileşimin güçlü olduğu, yeterli güven ve sevgi içinde barındıran bir aile ortamının çocuğun psiko-sosyal gelişimine önemli etkilerde bulunduğu saptanmıştır. Bu tür aile ortamlarında, aile bireylerinin kendilerine düşen sorumlulukların bilincinde olması ve çocuğa bağımsızlık için yeterli olanakların hazırlanması, çocuğun sağlam bir kişilik yapısına sahip olmasını sağlar. Her ailenin işleyişi değişiktir. Bu sistemde temel olarak anne ve babanın, çocuğunu bağımsız bir birey olarak kabul etmesi, çocuğa sevgi ile yaklaşması, yeterli düzeyde destek sağlaması ve sorumluluk vermesi gereklidir. Çünkü kişiliğin gelişimi ve karakterin oluşumundaki temel özdeşim modelleri anne ve babadır. Çocuk, geleceğini belirleyen ilk ve en önemli etkileri ana-babasından almaktadır. Hem anne hem baba, çocuğu farklı şekillerde etkilerler. Bu nedenle her ikisinin gelişimdeki rolü, birbirini tamamlar ve destekler niteliktedir. Yazar: Ali ÇAPUTÇU

Hepsini Görüntüle

Diğer Sayfalar (34)

  • SSS | Altuğ Psikoloji

    Ücretsiz Ön Görüşme Sizi tanımaya ve buraya getiren sebepleri anlamaya yönelik yapacağımız ücretsiz 15 dakikalık ön görüşme randevunuzu oluşturabilmemiz için tarafımıza uygun olduğunuz gün ve saat aralıklarını iletebilirsiniz. Ön görüşmelerimiz terapötik süreç için tanışma amaçlı olup, tedavi, danışma veya tavsiye amaçlı değildir. Seans alımı yaptığınızda ise terapi sürecine başlamaktayız ve görüşmelerimiz ortalama 45 dakika sürmektedir. İlk Kez Randevu Almak Danışanlarımız, randevu sayfası üzerinden almak istedikleri hizmeti seçerek psikoloğun müsaitlik durumuna göre randevu talebinde bulunabilirler. Tarafınıza iletilecek olan hesap bilgisine Havale/EFT yoluyla ödemenin yapılmasının ardından randevunuz onaylanır. Lütfen unutmayın ki, randevu onaylanmadan başkaları tarafından aynı tarih ve saatte randevu talebi yapılabilir. Ayrıca, randevu oluşturmak için WhatsApp üzerinden veya telefonla iletişime geçebilirsiniz. Ücretlendirme Seans ücretleri, alınacak hizmete bağlı olarak uygulanacak yöntem ve testlere göre belirlenmektedir. Online terapilerde ödeme randevu tarihinden 24 saat önce, aynı gün alınan randevular içinse en az 1 saat öncesine kadar merkezimiz tarafından belirtilecek şekilde yapılmalıdır. Güncel seans ücretlerine randevu sayfasından ulaşabilirsiniz. Ödeme adımında KDV (%20) dahil fiyat bilgisi yer almaktadır. Seans Süresi Bireysel seanslar, çoğunlukla ortalama 45-50 dakika arasında olurken, çift ve aile seansları için ayrılan süre 60 dakikadır. Bu süreler, danışanın ihtiyaçlarına ve seansın hedeflerine uygun olarak belirlenir ve gerektiğinde değiştirilebilir. Seansa Gecikme Randevu alınan seanslarda, danışanların seans başlamasından en az 10 dakika önce gelmeleri oldukça önemlidir. Gecikme durumunda, gecikme süresine bağlı olarak seansa yine de başlanabilir veya seans başlamadan önce başka bir güne randevu verilebilir. Bu konuda esneklik gösterilmekle birlikte, her iki durumda da tam seans ücreti alınır. Yeni Randevu Oluşturma Seansın ardından bir sonraki randevu için gün ve saat görüşme sonunda belirlenir. Danışan ve danışman için uygunsa, haftanın belirli bir günü ve saati de düzenli olarak belirlenebilir. Seans İptali ve Değişiklik Randevu tarihinden 24 saat öncesinde seans iptali ve tarih değişikliği yapılabilir. 24 saatten az bir süre kalması durumunda her danışanın 1 kez ücretsiz iptal ve değişim hakkı bulunmaktadır. Hizmet Sözleşmesi gereği terapi sürecinde birden fazla yapılan bu tip iptal ve değişikliklerde seans yapılmış kabul edilir ve seans ücreti talep edilir. Belirtilen süreden önce seansın iptal edilmesi durumunda danışan seans ücretinin tamamını geri iade isteme hakkına sahiptir. Seans, danışman tarafından iptal edilirse kalan süreye bakılmaksızın danışanın talep etmesi halinde ücret iadesi gerçekleştirilir. Süreklilik Terapi süreci, seansların düzenli olarak devam ettiği bir süreçtir. Psikolog ve danışan birlikte, sorun alanına bağlı olarak seansların sıklığını belirlerler. Seans sıklığı genellikle haftada bir olarak belirlenmektedir, danışanın problem alanına bağlı olarak danışanın da uygun görmesi halinde seans sayısı haftada ikiye çıkarılabilir. Gönüllülük Psikoterapi süreci gönüllülük esasına dayanmaktadır. Dolayısıyla terapi sürecinin başlaması ve devam etmesi danışanın isteğine bağlıdır. Danışanın o günkü seansa devam etmek istememesi durumunda seans ücreti alınarak seans sonlandırılır. Farklı Uzmana Yönlendirme Danışman tarafından danışanın psikiyatri uzmanı ya da farklı bir uzman ile görüşmesi gerektiği düşünüldüğü durumlar olabilir. Danışanın kendi tercih edeceği ya da danışmanın yönlendireceği bir psikiyatri uzmanına yönlendirme yapılabilir. Danışan farklı bir uzman ile görüşene kadar kurumumuzdaki danışmanın seansları erteleme ya da sonlandırma hakkı vardır. Gizlilik Seans sürecinde gizlilik ilkesi ve danışan mahremiyeti esastır. Danışan hakkında hiçbir bilgi, belirtilecek durumlar haricinde onayı olmaksızın üçüncü şahıslarla paylaşılmaz: 18 yaşından küçük danışanların terapi sürecinde psikoloğun gerekli gördüğü durumlarda danışanın mahremiyetini gözetmek şartıyla ebeveynleri ile bilgi paylaşımında bulunulabilir. 18 yaşından büyük danışanın kendisinin ya da başka birisinin hayati tehlikesi söz konusu olduğunda veya mahkeme kararı gibi hukuksal zorunluluk gerektiren durumlarda bu bilgiler paylaşılabilir. Hizmet Şartları ve Koşulları Danışman ve danışan arasındaki terapi süreci sözleşme ile koruma altına alınmıştır. Altuğ Psikoloji Hizmet Şartları ve Koşullarına ilgili bağlantıya tıklayarak ulaşabilirsiniz. Kişisel Verilerin Korunması Kişisel verilerinizin ve özel bilgilerinizin korunması, Altuğ Psikoloji olarak en üst önceliğimizdir. Bu nedenle, kişisel verilerinizin KVKK (6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu) kapsamında uygun şekilde işlenmesi ve korunması için gereken tüm önlemleri titizlikle alıyoruz. Ayrıntılı bilgi için KVKK Aydınlatma Metni sayfasını ziyaret edebilirsiniz.

Hepsini Görüntüle
bottom of page