top of page

Sınav Kaygısı

Sınav kaygısı yaşayan öğrenci
Yazar: Ali ÇAPUTÇU

Kaygı

 

 Kaygı, yaklaşmakta olduğu sanılan bir tehlikeden tedirginlik duyma durumudur.

 kaygının farkında olmadan öğrenilmiş bir tepki türü ve kazanılmış bir beceri olduğunu belirtmektedir.

 

 E. Işık’a göre de kaygı, hayatın herhangi bir anında karşılaşılan stresli bir durum karşısında yaşanılan doğal bir duygudur. Kişi iç ve dış dünyadan kaynaklı bir tehlike olasılığında mevcut durumu tehlikeli olarak algılar ve yorumlarsa kaygı duygusunu yaşamaya başlar ve bu duygu ile karşı karşıya kaldığı anda sanki kötü bir şey olacakmış hissine kapılır.

 

  Kaygı genellikle kişi duygusal veya fiziksel baskı altındayken ortaya çıkmakta ve olumsuz, hoş olmayan karışık duygularla birlikte kullanılmakta olduğu içinde olumsuz olarak algılanmasına neden olmaktadır. Herkeste değişik derecelerde kaygı vardır ve hiç kaygısı olmayan kimse hemen hemen yoktur. Fakat kaygının türü ve derecesi önemlidir. Eğer kaygı bireyin günlük yaşamının merkezi olur ve birey kaygı üzerinde odaklaşırsa, o zaman kişi normal yaşamını sürdüremez hale gelir. Bu haller bireyin değişik davranış bozuklukları geliştirmesine yol açar.

 

Korku, Stres ve Kaygı 

 

 Korku, stres ve kaygı kavramları çoğunlukla birbirinin yerine kullanılmakta olup aslında birbirinden farklı kavramlardır. Korku tehlikeli bir durum karşısında kişinin yaşadığı ve bedensel belirtilerin eşlik ettiği duygusal bir tepkidir. Korku ve kaygı fizyolojik dışavurumda (kalp atışlarında artma, kas gerginliği gibi) birbirlerinin benzeridirler. Örneğin, bilgi sınavlarından ya da iş mülakatlarından korkmayız, kaygılanırız. Ancak aynı tepkileri bu ortamlarda da gösterebiliriz. Eğer kişi sınav ortamına fiziksel bir risk ya da tehdit anlamı yüklüyorsa kendisini korkutuyor, kişiliğine bir risk ya da tehdit anlamı yakıştırıyorsa kendini kaygılandırıyor demektir. Korku ve kaygıyı asıl ayırt ettiren ölçüt, olaydan çok olaya verilen anlamların niteliğine bağlı olduğuna göre, kişi bir olay karşısında kendini hem korkutup hem de kaygılandırabilir.

 

Korku ile kaygı arasındaki diğer farklar ise şunlardır ;

Korku sırasında kişi, bedensel ve zihinsel güçlerini korku yaratan tehdidi ortadan kaldırma amacına yönelik olarak uygun bir biçimde kullanırken kaygı durumunda  kullanamaz. Bu sebeple korku normal bir tepkidir. Korkuda fiziksel varlığımızı tehdit eden unsurlar vardır. Kaygının kaynağı ise belirgin değildir. Korku daha kısa sürelidir ancak kaygı daha uzun süre devam eder. Korku kaygıdan daha şiddetli olarak hissedilir.

 

  Stres ise kişinin, fizik ve sosyal çevreden gelen uyumsuz koşullar nedeniyle, bedensel ve psikolojik sınırlarının ötesinde harcadığı gayrettir. Kişinin dış çevresindeki fiziksel koşullar ya da içinde bulunduğu sosyal ortamdaki psikolojik koşullar çevresine uyumunu ya kolaylaştırır ya da zorlaştırır. Uyumun zorlaştığı anlarda organizma bedensel ve psikolojik olarak yorulmaya başlar. Örneğin, sınava hazırlanma kaygısı, sınavda geçme ya da kalma korkusu bireyde gerginlik yaratmaktadır. Bu tür yaşam olaylarına karşı kişi uyum yapmaya çalışır. Çünkü yaşam olaylarının verdiği stresin şiddeti uyum yapma güçlüğü ile doğru orantılıdır. Stresin en yoğun olarak yaşandığı devreler özellikle ilk çocukluk, ergenlik, ilk, orta ve geç gençlik dönemleriyle birlikte evlenme ve yetişkinlik dönemi, orta yaş ve yaşlanma sürecidir                       

 

 Bir çok araştırmacı strese yönelik tepkileri açıklamak üzere anksiyete kavramını ortaya atmışlardır. Fiziksel zarar tehditleri, benlik değerine tehditler ve bireyin yapabileceğinin ötesinde performans için baskı, çatışmalar yani bu tür var olan stres durumunun devamlı hale gelmesi sonucu anksiyete meydana gelmektedir. Anksiyete çeşitli derecelerde yaşanılan “endişe”, “korku”, “kaygı” gibi kavramlarla adlandırılan nahoş duygu-heyecan olarak kullanılmakta ancak kesin olarak tanımı yapılamamaktadır. Ülkemizde bu konuda araştırma yapanların büyük bölümü anksiyetenin türkçe karşılığı olarak “kaygı” kavramını kullanmayı tercih etmişlerdir.

 

 Sınav Kaygısı

 

 Sınav kaygısı özel bir kaygı türü olup öğrenme yada akademik başarı ortamlarında özellikle bireyin değerlendirildiği koşullarda oluşan ve belirlenen korkuyla karışık bir tedirginlik duygusudur.

             

 Sınav kaygısı, sınav öncesinde başlayan çeşitli fiziksel ve psikolojik değişimlerle ortaya çıkan bireyin sınav esnasında performansını olumsuz yönde etkileyen yoğun kaygıdır. Çocuklarda ve ergenlerde en sık rastlanan kaygı sınav kaygısıdır. Çünkü sınava girmek stres dolu ve kaygı yaratan bir yaşantıdır. Her birey sınava yüklenen anlam ve sınava yönelik bakış açısına göre kaygının etkilerini değişik şekilde yaşar ve hisseder. Özellikle sarsıntıya duyarlı bireylerde kolayca dengesiz davranışlara neden olabilir.


 Sınav Kaygısının Nedenleri

 

•        Öğrencinin özgüveninin düşük olması,

•        Ebeveynin öğrencinin performansına yönelik yüksek beklenti düzeyi,

•        Özellikle ergenlik döneminde öğrencinin aile ve çevresi tarafından başarısız olarak değerlendirilme korkusu,

•        Öğrencinin sınava girmeden sınavda başarısız olacağını düşünmesi,

•        Öğrencinin sınavı öğrenilen bilgilerin test edilmesi olarak algılamayıp kendi kişiliğinin değerlendirileceğini sanması,

•        Öğrencinin sınav sonucuna odaklanması,

•        Öğrencinin düzenli ders çalışma alışkanlığının olmaması,

•        Öğrencinin görev ve sorumluluklarını sürekli ertelemesi,

•        Öğrencinin     çalışma zamanlarında ve sınav esnasında zamanı iyi kullanamaması,

•        Ebeveynin otoriter ve baskıcı tutumu,

•        Yargılayıcı ve eleştirici tutumların varolduğu bir ortam,

•        Tutarsız ebeveyn ve öğretmen davranışları,

•        Öğrencinin başarılı olan kişi/kişilerle kıyaslanması,

•        Öğrencinin önceki başarısızlıklarından dolayı yeni denemelerde de başarısız olacağı düşüncesi,

•        Öğrencinin sınavı araç olarak değil amaç olarak algılaması,

•        Fizyolojik ihtiyaçların karşılanmaması. (uykusuzluk,yorgunluk,yanlış beslenme gibi)

 

 Kişilik yapısı; kaygıya neden olan önemli bir etkendir. Rekabetçi, atılgan, mükemmeliyetçi, başarı eğilimli, kontrolü elinde tutmak isteyen bir yapı kaygıya eğilimlidir.Yoğun kaygının etkilerini yaşamaya daha az eğilimli kişilik yapısı ise kendine güvenli, kendisiyle barışık, çok yönlü ve sınavları kendini geliştirme aracı olarak gören bir yapıdır.

 

  Ders çalışma ise; özellikle, ilgilerin arttığı, hızlı bir büyüme ve gelişmenin olduğu gençlik döneminde öğrenci  için önemli bir sorun olur. Verimli ders çalışma etkili çalışma anlamındadır ve öğrencinin verimli ders çalışması için öncelikle çalışma teknikleri, öğrenme stili ve planlı olup olmadığı önemlidir. Planlama, bireyin  kendine güvenmesini sağlayabilir. Verimli ders çalışma sınav kaygısını azaltabilir.

 

   Her düşüncenin, inanca dönüşme potansiyeli, her inancın da kendisini gerçekleştirme gücü vardır. Çünkü düşündüğümüz gibi duygulanır ve davranırız. Kaygılanan öğrenci de kaygılanmasına sebep olan olumsuz düşünceleri çağrıştırarak, bu düşüncelerin gerçekleşeceği inancına kapılır. Bu düşünce yapısı “başarısız olmaya” odaklanmıştır. Zamanla birey başarısız olacağına kendisi de inanmaya başlar ve kaygı durumu ortaya çıkar. Sınavla ilgili bilişsel hatalar sonucu ortaya çıkan olumsuz düşünce biçimleri şunlardır :

 

1.    Ya Hep Ya Hiç: Tümüyle kusursuz olmayan her şey başarısız olarak nitelendirilir.      “Türkçe sınavından düşük puan alacağımı biliyordum. Bir daha asla iyi bir puan alamam.” 

     “Ya bu okuldan mezun olurum ya da okula devam etmem.”

 

2.    Aşırı Genelleme: Tek bir olumsuz olay tüm durumlara genellenir.

     “Matematik sınavım iyi geçmedi, zaten hangisi iyi ki.”

     “Sınavda başarısız oldum. Babam beni bu okuldan mutlaka alır.”

 

3.    Zihinsel Çarpıtma: Olayların olumlu yönleri görülmeyerek olumsuz yönleri abartılır.

     “Fen sınavında 20 sorudan 5’ini yanlış yapmışım. Hep böyle oluyor, hiç bir zaman başarılı olamayacağım.”

     “Sınıfta yine sıralamada 3.oldum. Hiçbir zaman başarılı olamayacağım.”

 

4.    Olumluyu Geçersiz Kılma: Nedeni ne olursa olsun konu ile ilgili olumlu durumun yok sayılması, kabul edilmemesidir. Mevcut durumun olumsuz hale getirilmesidir.

     “Bu sefer yüksek not aldım ama bildiğim sorular geldi. Ben başarılı bir öğrenci değilim.”

     “Eğer arkadaşlarım ders çalışmama yardım etmeseydi, ben bu notu tutturamazdım.”

 

5.    Başarıyı Azımsama: Başkalarının başarıları abartılır, kişi başardığı işleri küçümser.

      “İkimizde aynı puanı aldık ama o benden daha çok çalışmıştır, bu puanı o hakketti.”


6.    Duygusal   Hareket          Etme:  Gerçeğin         olumsuz          duygularla        açıklanmaya çalışılmasıdır.

      “Ne kadar çaba harcasam boşuna, öyle hissediyorum ki hiç bir şey istediğim gibi olmayacak.”

      “Ben bu duyguları daha önce yaşamıştım. Biliyorum, sınavım kötü geçecek.”

 

7.    Zorunluluk Cümleleri Kurma: Kişi kendisini suçluluk duygularının baskısı altında tutarsa, yapılacak her şeyi yerine getirecekmiş gibi bir inanca kapılarak  her şeyi yapması gerektiğini düşünür. ”-meli”, “-malı” şeklinde zorunluluk yüklü kelimeler kullanır. Bu kelimeler ve cümleler alternatifsiz kurallara dayalı yapıdadırlar ve kişinin kendine olan güvenini azaltırlar.

      “Sınavda yüksek not almak için aralıksız çalışmalıyım.”

      “Hata yapmamalıyım.”

 

8.    Falcılık: Kişi gelecekte yaşanılacak durumun yolunda gitmeyeceğine dair olumsuz tahminler yapar ve gerçekleşmiş olgular olduğuna inanır.       “Biliyorum sınavda başarısız olacağım.”

 

9.    Keyfi Çıkarsama: Kişinin yeterince kanıtı olmadığı halde bulunduğu durumla ilgili veya yaşadığı olaylardan olumsuz sonuçlar çıkarmasıdır. Fen dersinden verilen ödevleri yapmakta zorlanan öğrencinin, “ Fen sınavında başarısız olacağım.” şeklinde yargıya varması örnek olarak verilebilinir.

 

 Anne Babanın Sınava Yönelik Tutumu

 

 Anne ve/veya baba farkında olmayarak öğrenciyi motive etmek ve başarıyı arttırmak için olumsuz bazı tutumlar sergileyebilirler. ”Böyle gidersen bu sınavda yüksek bir not alamayacaksın.” Veya öğrenciye sürekli “çalış” uyarısında bulunma. Bu şekilde yaklaşımlar bazen aileyle öğrenci arasına soğukluk girmesine, duygusal açıdan uzaklaşmaya sebep olmakta ve öğrencinin kendine olan güvenini sarsmaktadır.  Ayrıca anne ve/veya babanın çok küçük yaştan başlayan yüksek başarı beklentisi,öğrencinin hatalarını düzeltmesi için onu eleştirmesi,dayak gibi cezalarla eğitilmesi,yargı ifadesi taşıyan olumsuz etiketlemelerde bulunulması (sorumsuz, beceriksiz, tembel vb.) öğrencinin kendine olan güvenini azaltan diğer unsurlardır.

Bunun sonucu ortaya çıkan kaygı, başarıya olumlu katkısı olmayan kaygıdır.

 

 Anne-babanın öğrenciye yaklaşımını göz önünde bulundurarak sözel anlatımlarla birlikte davranışlarıyla da öğrencinin yaşadığı kaygı karşısında sakin ve olumlu olduklarını ona hissettirmeleri, güven ve cesaret vermeleri öğrencinin kaygısını azaltabilir. Kaygı  bulaşıcı bir duygu olduğundan anne ve baba kaygılıysa bu öğrenciyi etkileyebilir. 

 

Sınav Kaygısı ile ilgili Kuramlar 

             

 Anna Freud normal olan bir çocuğu tanımlarken şu ölçüleri ele almıştır : Arkadaşları ile iyi geçinip oyunlara katılma, oyunlarda bazen önder olma, çoğu zaman oyuna bir üye olarak katılma, yeterli okul başarısı, sınavlarda aşırı heyecanlanmama, güçlüklere kendi kendine çare bulabilme, insanlar arası ilişkileri kolayca kurabilme, toplum kuralları ve disiplini kolayca kabul edebilme, hislerini rahatça açıklayabilme, gerektiğinde kendini savunabilme, oyunlarda yenilgiyi kabul edebilme ve arkadaşları ile yardımlaşabilme. Bu özellikleri belirli düzeyde gösteremeyen veya önemli ölçüde aksatan çocukta uyum  ve davranış sorunları olduğu belirtilmiştir.

             

  Yazılı veya sözlü olsun sınav kaygısı hala toplumun çok geniş bir bölümünü ilgilendirmekte, doğrudan ve dolaylı olarak bu kaygının doğurduğu sonuçlar birçok kişiyi etkilemektedir.

 

 Sınav kaygısı ile ilgili olarak öne sürülen ilk teori 1950 yılında Mandler ve Sarason tarafından geliştirilen “Sınav Kaygısı Teorisi”dir. Bu teoriye göre test kaygısı güdüsel bir durum olup burada kişi “konuya yönelik olan” ve “konuya yönelik olmayan” şeklinde iki tür tepki göstermektedir. Konuya yönelik tepkilerde işin başarı ile tamamlanması ve iyi bir sonuç almayı hedefleyen kişinin konuya tam olarak odaklanması söz konusudur. Bu durumda sınav kaygısı düşmektedir. Konuya yönelik olmayan tepkiler ise sınav kaygısını oluşturur çünkü sınavdan çok sınav ile ilgili düşüncelere yöneldikleri için  sınavlarda kaygıya bağlı başarısızlık yaşanabilir.

 

Bilişsel (Kognitif) Kurama Göre Kaygı

 

 Bu kuramda kaygının nedeni olarak olayların kendisi değil,kişilerin bu olaylarla ilgili beklentileri ve getirdikleri yorumlar belirtilmiştir. Kişinin yanlış ve çarpık düşünce kalıpları yanlış yorumlara neden olmaktadır. Olayların çarpıtılmış düşünce örüntüleriyle algılanması sonucu da kaygı ortaya çıkmaktadır. Kişinin bu olumsuz düşüncelerinin farkına varması kolay olmayabilir çünkü zaman geçtikçe oto- matikleşirler ancak bunların farkına varılması ve olumlu düşüncelerle yer değiştirmesi kaygıyı azaltabilir.

 

 

 Baltaş’a göre (1991) birçok kişi, insanın duygu ve düşüncelerini belirleyenin çevredeki insanlar ve meydana gelen olaylar olduğunu kabul eder. Bu sebeple insanlar, kendilerini gerginliğe iten ve duygusal açıdan sıkıntı veren, dışındaki olay ve kişileri suçlar. Böyle yaparak da önemli bir hataya düşer. Bu hata, insan hayatındaki en büyük gerginliğin ve baskının, olayları değerlendirme ve yorumlama biçiminden kaynaklandığını görebilmeyi engeller. Baltaş, bilişsel davranış terapisinin kurucusu olan Dr.A.Ellis’in geliştirdiği A-B-C modeli üzerinde düşünceler, duygular

ve davranış arasındaki ilişkiyi açıklamıştır. A-B-C modeline göre; 

A: Olay, 

B: Yorum ve  yaklaşım biçimi, 

C : Duygu ve davranış’dır.

Birçok A noktasındaki olayın doğrudan C noktasındaki duygu ve düşünceye yol açtığına inanır. Ancak A ve C noktaları arasında yorum ve yaklaşım biçimimiz vardır. Düşünce ve davranışı esas etkileyen bu yorum ve yaklaşım biçimidir. 

 

A  :   Olay (Öğrencinin ödevini yapmaması sonucu öğretmenin öğrenciyi eleştirmesi)

B  :  Yorum ve yaklaşım biçimi (“Ödevlerimi zamanında bitirmeliydim.Bunun gibi olaylar birikirse öğretmenimle aram bozulur. Böyle gecikmeler sınava hazırlanmamı da güçleştirir.)

C  : Duygu ve davranış (Öğrencinin problemin nereden kaynaklandığını bilmesi “daha iyisini yapabilirim.” yaklaşımının korunması.) 

Öğrenci olayı B’deki gibi yorumlarsa sebepleri fark edecektir ve benzeri bir olay tekrarlanmayacaktır. Ayrıca öğretmeniyle ilişkisi gelişecek ve sınavlara daha kolay hazırlanabilecektir. Olayı değerlendirme biçimi kişiyi gerilime sokar. Çoğunlukla da stresi ve sınav kaygısını yaratan doğru ve akılcı olmayan düşünce biçimidir (Cüceloğlu, 1998).

 

Yeterli Benlik Kuramı

 

 Bandura ve meslektaşları (Adams, Hardy ve Howells, 1980) bireyin kendisiyle ilgili düşüncelerinin onun davranışlarını nasıl etkilediğiyle ilgili geliştirdikleri bu kurama göre, herhangi bir durumda birey o durumun gereklerini yerine getirmekte kendini yetersiz görürse, korku ve kaygı içine girer. Birey, içinde bulunduğu durumun gereklerini yerine getirmekte yeterli yetenek ve becerilere sahip olduğuna inanırsa, herhangi bir korku ve kaygı geliştirmez. Araştırmacıların vurguladıkları nokta, kendine güvenen ve yeterli beceri, yeteneğe sahip olduğunu düşünen bireyin, enerjisini kaygı ve korkuya harcamayacağı için, içinde bulunduğu durumda başarılı olacağıdır

 

 Spielberger’in İki Faktörlü Kaygı Kuramı 

 

 1958 Yılında Cattell ve Scheier kaygı ile ilgili araştırmalar yaparak “Durumluk Kaygı ve Sürekli Kaygı” adını verdikleri iki kaygı türü belirlemişlerdir. Spielberger (1966) kaygı ile ilgili bu  çalışmaların ardından Cattell ve Freud’dan etkilenerek yeni bir sentez oluşturmuş “İki Faktörlü Kaygı Kuramı”nı geliştirmiştir. Bu kaygı türlerinin ölçülmesi de Spielberger ve arkadaşlarının (1970) Durumluk ve Sürekli Kaygı Envanteriyle yapılmaktadır (Akt.: Öner & Lecompte, 1985).

 

  Sürekli Kaygı (A-Trait), kişinin öz değerlerinin tehdit edildiğini sanması veya içinde bulunduğu durumları stresli olarak yorumlaması sonucu kişinin duyduğu kaygıdır.Birey tarafından nötr durumlar tehlikeli ve özünü tehdit edici olarak algılandığı için hoşnutsuzluk ve mutsuzluk duygusu oluşur. Sürekli kaygı nevrotik kaygı olarak da isimlendirilir (Kulaksızoğlu, 1999). Bu tür kaygı seviyesi yüksek olan kişiler kolaylıkla incinirler ve karamsarlığa kapılırlar. Durumluk kaygıyı da diğer insanlardan daha sık ve yoğun bir şekilde yaşarlar. Ayrıca kaygı yaşantısına yatkınlardır.

 

  Durumluk Kaygı (A-State), Kişinin belirli bir uyarıcı ve durumu, potansiyel olarak kendisi için zararlı, tehlikeli ve tehdit edici olarak algılandığında hissettiği subjektif korkudur ve genellikle geçici olmakla birlikte yaşanılan duruma özgü olarak ortaya  çıkmaktadır. Durumluk kaygı sırasında terleme, sararma, titreme, bulantı, kızarma, kalp atışlarında artma gibi fizyolojik değişimlerle birlikte huzursuzluk, sinirlilik gibi psikolojik değişimlerde oluşmaktadır. Durumluk kaygı, karmaşık ve kendine özgü bir heyecan durumu veya reaksiyonudur. Sınav kaygısı, ameliyat öncesi yaşanan kaygı, örnek olarak verilebilinir. Kaygı yaratan faktör olduğu zaman durumluk kaygı seviyesinde yükselme, ortadan kalktığı zaman ise düşme olur (Öner & Lecompte, 1985).

 

 Kaygının Belirtileri

 

 Kaygının Fizyolojik Belirtileri

 

 Kaygının derecesi ve başarmak istenilen görevin zorluk derecesi kaygının yararlı ya da zararlı olduğunu belirler. Oldukça karmaşık bilişsel işlemleri içeren bir görevi başarma durumunda, kaygının zararlı olduğu saptanmıştır. Belirli nesneleri önceden belirlenmiş gruplara seçtirme gibi basit bir işlemi gerektiren durumlarda orta derecedeki kaygı, göreve daha erken başlamada ve daha erken bitirmede yararlı bulunmuştur. Kaygı sırasında salgılanan adrenalin de bunu sağlar. Çünkü adrenalin miktarının uyarıcı etkisi ve dikkati odaklamada önemli rolü vardır. Aşırı kaygı durumunda salgılanan yoğun adrenalin ise bilgi transferini engeller, birtakım fiziksel  belirtilerin ortaya çıkmasına ve paniğe sebep olur. Kişinin de farkında olabildiği bu belirtiler şunlardır :

 

•        Adale spazmı                                                     

•        İştah kaybı

•        Mide ağrıları

•        Uyku düzeninin bozulması

•        Kalp vurum sayısının artması

•        Kalp çarpıntısı

•        Baş ağrısı

•        Bağırsak hareketlerinde değişiklik (ishal-kabızlık)

•        Nefes alıp vermede düzensizlik

•        Nefes darlığı

•        Terleme

•        Titreme

•        Bulantı

•        Kilo kaybı

•        Yorgunluk, halsizlik

•        Dilin damağın kuruması

•        El ve ayak parmaklarının soğukluğu

•        Cilt deri sorunları (Rengin soluklaşması vb.)

 

 

Kaygının Psikolojik Belirtileri 

 

•        Huzursuzluk

•        Umutsuzluk

•        Tedirginlik

•        Öfke-kızgınlık

•        Endişe

•        Korku

•        Mutsuzluk

•        Çaresiz hissetme

•        Durgunluk, ilgisizlik, isteksizlik

•        Nedensiz olarak ağlama isteği veya kolayca ağlama eğilimi

•        Yalnızlık hissi

•        Kendine güvenememe

•        Ruh halinde değişkenlik

•        Gerginlik ve/veya sinirlilik hali

•        Karar vermede güçlük

 

Kaygının Zihinsel Belirtileri 

 

•        Aşırı uyanıklık hali

•        Olumsuz yorumları içeren inanç ve düşünceler

•        Unutkanlık

•        Düşünceleri organize etmede güçlük çekme

•        Konsantrasyon bozuklukları

 

Kaygının Davranışsal Belirtileri

 

•        Kişinin sakin bir şekilde oturmasını ve dinlenmesini engelleyen aşırı psikolojik enerji sonucu hareketlilik.

•        Kaçma davranışı (Örneğin, öğrencinin sınavı yarıda bırakıp çıkması)

•        Kaçınma davranışı (Örneğin, öğrencinin sınava girmemesi)

•        Pasif-agresif savunma yapılanmaları gibi kişinin performansını ve uyumunu engelleyici davranış biçimleri gelişir (Sabah Gazetesi, Makale, 15.Haziran. 2006).

 

 Sınav kaygısı sınavın ilk 30-40 dakikası içinde yoğun olarak yaşanır ve sınavın sonuna doğru bu belirtiler gittikçe azalmaktadır. 

 

 

 Kaygı ve Öğrenme

 

 Öğrenme, tekrarlayarak veya bir yaşantı sonucu davranışta ve bilgi düzeyinde meydana gelen oldukça devamlı bir değişiklik olup beyindeki sinir hücreleri arasında kurulan protein zinciriyle meydana gelir. Öğrenmenin gerçekleşmesinde yaş, zeka gibi bireysel özelliklerin yanı sıra öğrenilecek malzemenin özellikleri, öğrenme ortamı gibi faktörlerde etkilidir. Öğrenilen malzeme basit ve kolaysa, yüksek kaygı derecesi bunun çabuk öğrenilmesine yol açar. Öğrenilen malzeme karmaşık ve zorsa, o zaman yüksek kaygı öğrenmeyi zorlaştırır. Kaygı düzeyi daha düşük olanların başarısı yükselir. Kaygı ve öğrenme arasındaki ilişki, güdülenme ve başarı arasındaki ilişkiye benzer. İlgi duyulan bir konuyu öğrenmekte güçlük çekilebileceği gibi konu ne kadar ilgi çekiciyse o kadar çalışmaya motive olup  başarı arttırılabilinir. “Matematik dersini çalışırken daha iyi öğreniyorum çünkü matematik dersini seviyorum.”, “Fen öğretmenimi çok seviyorum, bu yüzden fen dersini daha zevkle çalışıyorum.” gibi. Düşünsel, davranışsal ve fizyolojik düzeyde yoğun yaşanan kaygı öğrencinin dikkatini çalıştığı konuya vermesini engeller, öğrenmeyi güçleştirir. Sınava da aynı kaygı taşınır. Öğrenci hiçbir şey bilmediği hissine   kapılır, akademik performansının altında bir başarı gösterir. 

             

 Yapılan araştırmalar beyinde katekolamin (stres sırasında salgılanan nörotransmitter) miktarındaki artışın hatırda tutulan miktarı artırdığını ve yakın bilgilerin hatırlanmasını düzenlediğini ve hafıza depolanmasını olumlu yönde etkilediğini ortaya koymuştur. Bu sonuç öğrenme için belirli bir düzeyde stresin yol açtığı kaygıya ihtiyaç olduğunu, herhangi bir kaygı olmadan da öğrenmenin zor olduğunu göstermektedir. Ancak kaygının çok düşük ve yüksek olduğu hallerde, öğrenme verimli olmamaktadır. Öğrenme için orta düzeyde bir kaygıya ihtiyaç vardır. Orta düzeyde yaşanan kaygıda kişinin performansı artar ve en yüksek düzeyde öğrenme gerçekleşir. Ayrıca kişi sakindir,kendine güveni vardır, hızlı ve kolay karar verir. Yüksek kaygı sırasında ise beden kimyasında meydana gelen değişiklikler, beyinde öğrenme için gerekli olan protein zincirlerinin oluşumunu engeller. Akıl yürütme ve soyut düşünme yönündeki zihinsel faaliyeti bozar. Bu sebeple yüksek sınav kaygısı öğrenci başarısızlığına yol açan en önemli faktörlerden biridir.

 

 Sınav Kaygısının Sonuçları

 

 Sınav durumuna bağlı olarak ortaya çıkan gerilim ve kaygı, ergenlerde sıklıkla az veya çok patolojik reaksiyonları ortaya çıkarmakta ya da bu bozuklukların ortaya çıkışını kolaylaştırıcı ek bir faktör olarak rol oynamaktadırlar. Sınav kaygısı :

 

•        Özgüven eksikliği,

•        Depresyon,

•        Somatizasyon,

•        Uyku ve yeme bozuklukları,

•        Tikler,

•        Obsesif-kompulsif bozukluklar vb. neden olabilir.

 

 

 Sınav Kaygısı ile Başa Çıkma Yolları

 

 Sınav kaygısını azaltmak için iki türlü çalışma yapılabilinir: Zihinsel ve  bedensel uygulamalar. 

 

A)             Zihinsel Uygulamalar: Sınavla ilgili düşünce biçiminin olumlu olarak düzenlenmesi, sınavın  bilgilerin değerlendirildiği ve tecrübe kazandıran bir araç olduğunun vurgulanması, öğrencinin ders çalışma sistemini yeniden düzenlemesi ve verimli çalışmasının sağlanması, geçmişteki başarıların üzerinde durulması, “başarı” kavramının değişken bir kavram olduğunun bilinmesi ve tek bir seçeneğe indirgenmemesi, girilecek sınavın ne tipte bir sınav olduğunun öğrenilmesi ve kaygıdan kaçmak yerine kaygıyı gözetirken kişinin kendini tanıması gibi çalışmaları kapsar. Ayrıca sınavlara tekrar tekrar girerek sınav tecrübelerinin arttırılması ve öğrencinin özgüveninin kazandırılması sınav kaygısını azaltmaya katkıda bulunan diğer önemli unsurlardır.

 

B)             Bedensel Uygulamalar: Progresif gevşeme tekniği,doğru ve derin nefes almanın öğrenilmesi, relaksasyon egzersizleri, otojenik eğitim, meditasyon, biyolojik geribildirim, yoga, otohipnoz tekniği bireyler tarafından kullanılan yöntemlerden bazılarıdır. Bunlarla birlikte  düzenli uyku saatleri, yeterli ve dengeli bir beslenme programı da önerilmektedir. Baltaş ve Baltaş, sınav kaygısıyla başa çıkmak için davranış düzeyindeki düzenleme ve  çabaları da uygulamalara dahil etmişlerdir. Davranışçı tekniklerde davranış biçiminin değiştirilip güvenli davranış biçiminin kazanılması yer almaktadır. Sınav kaygısını azaltmada aileye de düşen sorumluluklar vardır. Öncelikle aileler çocuklarını iyi tanımalılar ve her çocuğun ayrı bir kişilik olduğunu bilmelilerdir. Anne, baba olarak çocuğun kişilik yapısına uygun tutumlar geliştirmelilerdir. Ailenin sevgi ve takdirinin başarıya dayanmadığı öğrenciye hissettirilmeli ve aile öğrencinin sorumluluklarını üstlenmekten kaçınmalıdır. Aileler sınav kaygısı konusunda profesyonel bir yardım da alabilirler.

 

 Özgüven

   

   Özgüven, bireyin kendisine yönelik iyi, olumlu duygular geliştirmesi sonucu kendini iyi hissetmesidir. Bu iyi hissetme sonucunda kendisiyle ve çevresindeki kişilerle barışık olması demektir. Özgüven “yüreklilik, cesaret” olarak tanımlanır. Türkçe sözlük anlamı ise, ”kişinin kendine  güvenme duygusu (self confidence)”dur. 

             

 Kugle (1983)’ a göre kişiliği oluşturan kavramlardan biri olan özgüven kişinin kendisini değerlendirmesi ve kendisinden memnun olup olmaması sonucu oluşan öznel bir olgudur. Koşullara, konuma, gelişmelere göre değişebilir. Yüksek-düşük özgüven şeklinde olumlu veya olumsuz olabilir. Kişinin yüksek veya düşük özgüvenli oluşu,  kişinin davranış ve hislerini farklı yönlerde etkiler.

 

 Bireyin özgüveninin oluşmasında temel rol oynayan benlik kavramı; bireyin ne olduğunu, ideal benlik; olmayı istediği ben’ini, özsaygısı ise; bireyin ne olduğu ile ne olmak istediği arasındaki farka ilişkin duygularını gösterir . Bireyler benlik     kavramları doğrultusunda davrandıklarında, kendilerini güvenli ve yeterli hissederler. Davranışları, kendilerini değerlendirmelerinden, kendilerine verdikleri rolden farklı olduğunda ve bireyler istediklerinin dışında davranmaya zorlandıklarında kendilerine olan güvenleri zedelenir.

 

 Lindenfield’e göre Özgüven; iç güven ve  dış güven  olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. İç güven; bireyin kendisinden memnun ve kendisiyle barışık olduğuna dair duygu ve düşünceleridir. İç güveni oluşturan unsurlar kendini sevme, kendini tanıma, belirgin hedefler koyma ve olumlu düşünme’dir. Kendini tanımak kendini sevmekle başlar. Kendini seven kişiler kendilerine güven duyarlar ve kendileriyle barışıktırlar. Kendilerine güvenli kişilerin ise her zaman belli hedefleri vardır. Dış güven ise; bireyin çevresine kendisinden hoşnut ve emin olduğuna dair  göstermiş olduğu tavır ve davranışlarıdır. Dış güveni oluşturan unsurlar iletişim ve duygularını kontrol edebilmedir.


Özgüvenin Oluşumu

 

 Çocuğun psikososyal gelişim evrelerinde doğumla başlayan ve bir yaşına kadar devam eden dönem “temel güven duygusunun” oluştuğu dönem olarak gösterilir. Bu dönemde verilen sevginin ve ilginin tutarlı, yeterli ve devamlı olması özgüvenin oluşmasında önemli rol oynar. Özellikle bebeğin annesine veya ona bakan kişiye güvenmesi çok önemlidir çocukların bebeklik döneminde annesi veya onun yerini alan kişi ile oluşturduğu güvenli bağlılık duygusunun olumlu benlik anlayışı geliştirmesini, çevreyi araştırıp değerlendirmesini ve kendini yeterli görmesini sağlayacağını belirtmektedir.

 

  Çocuğun kendine ait farkındalık düzeyi üç yaşına kadar yeterince gelişmemiş olduğundan, kendisiyle ilgili algısında, anne-babanın ve çevresindeki kişilerin tutumları etkendir. İhtiyaçlarının uygun biçimde karşılanması sonucu çocuk, kendi benliğini değerli bir varlık olarak algılar. Çevresini de değer veren, güvenilir bir çevre olarak değerlendirir. Böylelikle güven duygusunun temeli atılmış olur. İki yaşından itibaren çocuk, çevresini keşfetmek ve çevre üzerinde denetim gücü kazanmak amacıyla her şeye karşı derin bir soruşturma ve öğrenme eğilimi gösterir. Sorduğu sorular karşısında çocuğun çevresinden alacağı  tepkiler özgüven gelişimi için önemli bir unsurdur.

 

 Üç-altı yaş arasındaki oyun döneminde ise çocuğun en büyük uğraşı oyundur. Oyun çocuğun özgürlük ve yaratıcılık ortamı aynı zamanda arkadaşlık ilişkilerini başlatıp geliştirdiği ortamdır. Toplu oyunlarda çocuklar kendilerini oynadıkları gibi başka kişileri de oynarlar. Yani toplumsal ilişkileri de öğrenirler. Bu nedenle bu dönemde sevgiden sonra gelen en önemli gereksinim, oyun ve oyunun sağladığı arkadaşlık ilişkileridir. Arkadaşlık ilişkisine bu dönemde olanak verilmeyen çocuklar ileriki yıllarda çekingen ve güvensiz olurlar. Oyun döneminin sonuna doğru çocuğun kendi kendini denetleme ve yönetme becerisi gelişir. Çocuk, güven duygusu gelişmesi ve olgunlaşmaya başlamasıyla beklemeyi, tepkilerini dizginlemeyi ve önündeki engelleri aşmayı öğrenir.

 

 Özgüven Kavramına Yönelik Görüşler

 

 Erikson, normal gelişimi sekiz evre halinde ele almış, her evrede benliğin karşılaştığı bir olumlu benlik, bir de bunun karşıtını belirtmiştir. Bu evreler: Bebeklik, küçük çocukluk, ilk çocukluk, orta çocukluk, ergenlik, genç yetişkinlik, orta yetişkinlik ve ileri yetişkinliktir. 

             

 Erikson’a göre bebeklik; doğumdan ortalama birinci yaş sonuna kadar devam eden temel güven duygusunun geliştiği bir evredir. Çocuk, doğduğu andan itibaren, içinde bulunduğu toplumla karşılıklı bir alışveriş içine girmiştir. İlişki kurduğu en önemli kişi anne veya anne yerine geçen insandır. Bu dönemde bebeğin biyolojik gereksinimleri doyurulunca örneğin beslenince vb. haz, karşılanmayınca acı duyar. Yani alıcı yapısına karşı annenin verici olabilmesi, karşılıklı işleyen bir bütünü oluşturur. Bebek için anne ile dengeli bir beraberlik sağlanırsa bebekte “iyi olma”, “kendini iyi hissetme” duygusu gelişebilir. Çünkü O’nu anlayan, seven ve rahatlatan bir varlık var demektir. Bu varlıkla düzenli ve tutarlı bir alma-verme ilişkisi ve bu ilişkiyi sağlayanın değişmeyen (aynı) kişi olması sonucu bebekte güven duygusu gelişir. Erikson’a göre anne-çocuk ilişkisindeki bu süreklilik, tutarlılık ve aynılık çocukta temel güven duygusunun özünü oluşturur. Böylece çocuk önce kendisini seven, koruyan anneye güvenir, sonra kendini annenin sevgi ve güvenine değer bulur. Yani kendisine güvenmeye başlar. Artık çocuk benliğinde sağlıklı bir kişiliğin gelişmesi için gerekli olan temel güven duygusu gelişmektedir. Bu çocuğun kendine ve dış dünyaya güvenebilmesi demektir. 

 

 Anneyle veya anne yerine geçen kişiyle ilişkinin sağlıklı veya sağlıksız kurulmasına göre, bebeğin temel güven duygusu da sağlıklı veya sağlıksız gelişir. Çünkü bu dönemde elde edilen güven duygusunun niceliği, bebeğe verilen besinlerin ya da sevgi gösterilerinin niceliğine değil, daha çok anne-çocuk ilişkisinin niteliğine bağlıdır. Ve çocukluğunda temel güven duygusu sağlıklı gelişen insan ileriki yıllarda da hem kendine güvenir, böylece karşılaştığı güçlüklerle başa çıkabilecek yetenekte olduğu inancındadır; hem dış dünyaya güvenir, çevresi tarafından terk edilecekmiş gibi her an tetikte hissetmeden kendini güvenilir bulur. Bu güvenli kişiler ileriki yaşamlarında genellikle alışkanlıklara ve kuşkulara daha az kapılırlar, kendilerini yeterli bulur ve gelecek konusunda iyimserlik duygusu taşırlar. Sever ve sevilirler. Temel güven duygusu olumlu ve sağlıklı gelişmeyen kişilerde ise ileriki yıllarda şizoid ya da depressif türde içe kapanma görülebilir, alkol veya uyuşturucu madde alışkanlığı daha kolay gelişebilir. Bu kişiler daha şüpheci ve alıngandırlar.

 

 Erikson bu evredeki gereksinmelerin karşılanmaması durumunda çocuğun diğer evrelere geçemeyebileceğini belirtmiştir.

 

 A.Adler’e göre, çocuğun erişkinlerin oluşturduğu bir çevre içinde dünyaya gözlerini açması, kendisini küçük, güçsüz, eksikliklerle dolu ve yetersiz bulmaya iter. Bu güçsüz durumdan çıkıp hedeflerine varma başarısı veya başarısızlığı, özgüven oluşumunu olumlu veya olumsuz etkiler. Anne ve babanın çocuğun bu çabasına destek olmaları çok önemlidir. Bu desteği bulamayan çocuklar veya anne-babanın aşırı koruyucu tutumu özgüveni zedeleyebilir.

 

 S.Freud, özgüven kavramı yerine genellikle kendinden nefret etme,kendini mahkum etme gibi güçlü duyguları incelemiştir.

 

 Sullivan’a göre, birey özgüvenini kaybetmemek için sürekli uğraş verir. Özgüveni yitirmek kaygıya dönüşebilen bir huzursuzluğa neden olabilir. Sullivan’ın özgüven oluşumunu insanlar arası ilişkilere bağlaması, ebeveyn ve kardeşlerin özgüven oluşumundaki rollerini vurgulaması ve özgüvenin gelişmesini sağlayan yöntemlere ağırlık vermesi özgüven konusundaki katkılarıdır.

 

 S.Coopersmith, özgüveni kişinin tavır ve davranışlarını belirleyen, kendi hakkındaki değerlemeler olarak tanımlar. Yaptığı araştırmalar sonucunda çocuğun anne ve babası tarafından kabul edilmesinin, çocuğun kendisine tutarlı ve iyi tanımlanmış özgürlük sınırlarının uygulanmasının, çocuğa insiyatif kullanma olanağı sağlanmasının, çocuğun yüksek özgüvenli yetişmesinin üç temel koşulu olduğunu saptamıştır. 

 Rosenberg, özellikle ergenlik çağındaki kişilerde yüksek özgüvenin oluşmasına neden olan etkenleri araştırmış, yaptığı ölçümlerle sosyal çevrenin ve aile ortamının da önemi vurgulanarak ergenlik döneminin değişik yaşlarının özgüvende oluşturduğu farklılaşmaları belirlemiştir. 

             

 E.Fromm’a göre, her şeyi sevmenin ön koşulu, kişinin kendisini sevmesidir. Kendini sevmek ve özgüven kavramları eş anlamlı olup sevebilme, güvenme, yaratıcılık ve kendini ifade edebilme özellikleri, özgüvenin yansımalarıdır. Bu özellikler kabul edilme, ilgi, ifade özgürlüğü gibi toplumsal olguların bir ürünüdür ve ilk oluşumları aile içi ilişkilerden kaynaklanır. Kişinin kendini sevmemesi, özgüvenden yoksun olması, başkalarına karşı güvensiz ve düşmanca bir davranışa yol açar.

 

 K.Horney, çaresizlik ve yalnızlık hislerini oluşturan nedenleri araştırır, ”Temel kaygı” (basic anxiety) adını verdiği bu hislerin mutsuzluğa, kişisel etkinliğin ve verimin azalmasına yol açtığına inanır. Horney’e göre kaygıyı doğuran nedenler; kişinin baskı altında olması, takdir edilmemesi, horlanması, ilgi ve saygı görmemesi gibi çevresel davranışlardır. Bu tavırlar ise ebeveyn ile çocuk arasındaki uyumsuz bir ilişkinin simgesidir. Çocuk, çevresindeki dünyayı kendisine düşman gibi hissederse, ”Temel kaygı”nın içine düşer. Horney’e göre bu his, güvenlik hissinden yoksun olmanın bir sonucudur. Güvenlik hissi,özgüven kavramı ile bağlantılıdır. 

 

 C. H. Cooley, gelişim teorisi içinde benlik ve özgüven kavramlarını incelemiş ancak bu kavramları ayrıntısıyla ele almamıştır. Anne ve babanın çocuğun çevresindeki en önemli kişiler olması nedeniyle, ilgili, saygılı, kabul edici ve onaylayıcı tutumlarının çocuğun yüksek özgüvenli gelişmesindeki önemli katkısını belirtmiştir. 

 

 W.James, insan davranışının anlaşılabilmesinde özgüven kavramının önemini vurgulayarak özgüvenin oluşumundaki etkenlere yönelik genel öneriler ortaya atar. James; Hedefe varmaktaki başarı / Varılmak istenen hedef = Özgüven şeklinde bir denklemle ifade eder. Bu denklem, bireyin hedeflediği başarıya ulaşma oranının yüksek veya düşük özgüveni oluşturacağını belirtir. 

 

 Maslow, insanın temel ihtiyaçlarını sıralamış ve tabandan tepeye doğru bir piramit oluşturmuştur. İlk önce doyuma ulaştırılması gereken temel ihtiyaçlar sırasıyla;fizyolojik ihtiyaçlar, güven ihtiyacı, sevgi ve ait olma ihtiyacı, değer-saygı ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacıdır. Bu sistem içinde kendini değerlendirme ihtiyaçlarının tatmini bireyin kendine güvenmesini (özgüvenini), kendini değerligüçlü-yeterli ve gerekli bir kişi olarak hissetmesini sağlayacaktır.

 

Özgüvenin Oluşumunu ve Gelişimini Etkileyen Faktörler

 

1. Ana-Baba Tutumları: Çocukta güven duygusunun oluşması ve gelişmesi, ailenin eğitim anlayışına, tutumuna ve disiplinine bağlıdır. Çocuk davranışını bu tutumlara ve davranışlara göre ayarlar. Anne ve babanın çocuklarına yönelik tutumlarını etkileyen başlıca faktörler arasında, anne-babanın beklentilerine uygun çocuğa sahip olup olmamaları, çocuklarının sayı, cinsiyet ve karakteristik özelliklerinden memnun olup olmamaları bulunabilir. Ancak anne ve babanın çocukluk yıllarındaki kendi anne babasıyla olan deneyimleri, şimdiki tutumlarında etkili olabilmektedir. Eşlerin kendi aralarında iletişimlerinin sağlıklı olup olmaması da çocuklarına yöneltecekleri tutumlarını etkileyen bir diğer etkendir. Anne ve babanın özgüveni olan bir çocuğa sahip olabilmeleri için önce kendilerine, sonra birbirlerine, ardından da çocuklarına güvenmeleri gerekir.

 

 Betthelheim’e göre kendisine saygısı olan bir anne-baba, çocuğundan katı biçimde saygı bekleyerek kendi güven duygusunu destekleme ihtiyacı duymaz. Eğer kendine güveni varsa,çocuk kendine saygı göstermediği zamanda çocuğunu kabul edecek ve kendi otoritesini tehdit altında hissetmeyecektir. Özgüveni düşük ve orta düzeyde olan anne-babanın, çocuklarının özgüveni de aynı düzeyde olur. Özgüveni zayıf olan anne ve babalar kendilerini ihmal eden, ya kendinden ya da başkalarından aşırı talepleri olan kişilerdir. Özgüveni orta düzeyde olan anne ve babalar, başarıya ve başkalarının onayına fazlasıyla bağımlıdırlar. Özgüveni yüksek anne-babalar ise hem kendilerini hem de başkalarını tam anlamıyla kabul etmiş kişilerdir (Humphreys, 2001; Akt.: Ekşi, 1990).

 

  Eşler arasındaki güvensizlik de çocuğa olumsuz yansır. Çocuk bu şekilde güvensiz bir ortamda büyümenin verdiği endişe ve kaygılarla, anne-babasına karşı güvensizlik duyguları besler. Özgüvenini geliştiremez. Bu duygudan yoksun olan çocuk ileriki yıllarda çekingen ve kararsız olur, kendine ve çevresine güven duymaz. Anne-babanın çocuklarına yönelik tutumlarının özgüven kavramı üzerindeki etkileri şu şekildedir: 

 

Aşırı koruyucu ve müdahaleci tutum: Anne-babanın aşırı koruması, çocuğa aşırı kontrol ve özen göstermesi anlamına gelir. Anne ve baba müdahelecidir ve buna hakkı olduklarını savunurlar (Yavuzer, 1990). Çocuğun, yapabileceği  işlerden koruyarak büyütülüp kendisine her şeyin hazır olarak sunulmasına alıştırılması sonucunda, çocuk ilerde diğer kimselere aşırı bağımlı, özgüveni zayıf, girişimci olamayan, pasif, duygusal kırıklıkları olan, sorumluluk almaktan çekinen, kendi yapması geren işleri başkalarının yapmasını bekleyen biri olabilir.

 

 Aşırı koruyuculuk, genellikle kadınlarda görülür ve bu kadınların ortak özelliği, “Hayatta hiçbir şeye ve kimseye güvenmemeleri”dir. Çevreye ve yaşama güvenmemenin ardındaki gerçek ise, kendine olan güvensizliktir. Bu kişiler, kendi davranış bozukluklarını çocuklarına da yansıtarak olumsuz bir model olurlar (Öz, 1997). 

 

Tutarsız ana-baba tutumu: Çocuk gelişiminde disiplinin dengeli ve tutarlı olması çok önemlidir. Anne veya babadan birinin çok kısıtlayıcı, diğerinin çok hoşgörülü olması gibi, anne veya babanın, bir konuda önce çok sınırlayıcı olup bir süre sonra hoşgörülü olması da çocuklarda davranış bozukluklarına yol açar.

 

Aşırı baskıcı ve otoriter tutum: Anne veya babadan birinin ya da her ikisinin baskısı altında kalan ve onların karşısında korkan çocuk, çekingen, başkalarının etkisinde kolay kalabilen, özgüveni düşük, aşırı hassas bir kişilik yapısına sahip olabilir. Bu tutumla yaklaşan ebeveynlerin eğitiminde ceza ön plandadır.Dayak veya korkutma yöntemleri kullanılır. Böyle bir aile ortamında çocuğun benliğinle ilgili olumsuz yargılarının ve kendine güvensizliğinin olduğu, yapabileceği işlere yapamayacağı şeklinde olumsuz düşünüp girişmemesi, kendini diğer insanlara ifade etmekte çekingen davranması gibi olumsuz davranış kalıpları görülür.

 

Eşitlikçi-Demokratik tutum: Bu tutumu gösteren ebeveynin hoşgörü ve sevgi göstermesi temel davranışlarındandır. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar temel güven duyguları gelişmiş, girişimci, sorumluluk alabilen, kendini gerçekleştirmeye istekli, fikirlerini serbestçe ifade edebilen ve sosyal bireylerdir. Çünkü anne ve baba tarafından duygularını ve düşüncelerini ifade ederlerken dinlenirler. Dinlemenin temelinde sevgi, saygı ve karşıdakini kabullenme vardır. Çocuğun, dinlendiğini fark etmesi, onun kendine olan güveninin artmasında önemli bir etkendir. 

 

 Demokratik ebeveynler tarafından yetiştirilen ve kendilerine güveni olan çocuklar ve ergenler herhangi bir grup tarafından idare edilmeye ihtiyaç duymazlar. Çünkü bu şekilde yetiştirilen bireyler uygun kararları alabilmek için gerekli olan becerileri daha önceki dönemlerde kazanırlar.

 

 Anne veya babanın çocuklarından birini açıkça yeğlediği bir tutumda, ikinci planda kalan çocuğun kıskançlık, güvensizlik ve değersizlik duyguları yaşamasına neden olur. Annenin pasif olduğu aile sisteminde de hem erkek çocuğu kadın kimliği konusunda, hem de kız çocuğu kişilik ve özgüven konusunda olumsuz yönde etkiler.

 

 Çocuğun hem ailesine hem de kendine güven duyması çok önemlidir. Çocuğun kendine güven duyması ve doğru davranışı özgürce seçebilmesi için, kendi başına bazı işler başarması, bu başarısı ile kendisini kanıtlaması gerekir. Bu başarısı nedeniyle ebeveyninden “olumlu geri bildirim” alan çocuğun aile ile iletişimi olumlu etkilenir, çabası artarak sürer ve özgüveni pekişir. Dengeli, duygusal ve toplumsal etkileşimin güçlü olduğu, yeterli güven ve sevgi içinde barındıran bir aile ortamının çocuğun psiko-sosyal gelişimine önemli etkilerde bulunduğu saptanmıştır. Bu tür aile ortamlarında, aile bireylerinin kendilerine düşen sorumlulukların bilincinde olması ve çocuğa bağımsızlık için yeterli olanakların hazırlanması, çocuğun sağlam bir kişilik yapısına sahip olmasını sağlar. 

 

 Her ailenin işleyişi değişiktir. Bu sistemde temel olarak anne ve babanın, çocuğunu bağımsız bir birey olarak kabul etmesi, çocuğa sevgi ile yaklaşması, yeterli düzeyde destek sağlaması ve sorumluluk vermesi gereklidir. Çünkü kişiliğin gelişimi ve karakterin oluşumundaki temel özdeşim modelleri anne ve babadır. Çocuk, geleceğini belirleyen ilk ve en önemli etkileri ana-babasından almaktadır. Hem anne hem baba, çocuğu farklı şekillerde etkilerler. Bu nedenle her ikisinin gelişimdeki rolü, birbirini tamamlar ve destekler niteliktedir.



Yazar: Ali ÇAPUTÇU 

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page