Arama Sonuçları
Boş arama ile 228 sonuç bulundu
- Atypical Dizisi: Otizm Spektrumuna ve Aile Dinamiklerine Psikolojik Bir Mercek
Atypical Analizi Netflix platformunda yayınlanan ve Robia Rashid tarafından yaratılan Atypical , son yıllarda popüler kültürde nöro çeşitlilik ve özellikle Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) konularını gündeme getiren önemli yapımlardan biri oldu. Dizi, otizm spektrumunda yer alan lise öğrencisi Sam Gardner'ın sosyal hayatı, aşkı keşfetme çabası ve bağımsızlaşma süreci etrafında şekillenirken aynı zamanda Gardner ailesinin dinamiklerini, zorluklarını ve dönüşümlerini de mercek altına alıyor. Sezonlara Genel Bakış: Sam ve Gardner Ailesinin Yolculuğu 1. Sezon: Dizi, Sam'in terapistinin önerisiyle bir kız arkadaş edinmeye karar vermesiyle başlıyor. Bu sezon, Sam'in sosyal ipuçlarını anlama, flört etme ve romantik ilişkiler kurma konusundaki zorluklarını mizahi ama aynı zamanda duyarlı bir dille işliyor. Aile içinde ise anne Elsa'nın Sam'e karşı aşırı koruyucu tutumu, baba Doug'ın Sam ile bağ kurmakta yaşadığı güçlükler ve kız kardeş Casey'nin hem destekleyici hem de zaman zaman kardeşinin durumundan bunalan rolü ön plana çıkıyor. Anne'nin yani Elsa'nın kendi kimliğini ve evlilikteki tatminsizliğini sorgulaması da sezonun önemli dinamiklerinden. 2. Sezon: İlk sezondaki olayların (özellikle Elsa'nın sadakatsizliğinin ortaya çıkması) ardından aile içi dinamikler daha karmaşık hale geliyor. Doug ve Elsa'nın ilişkisi gerilirken Sam üniversiteye hazırlık ve daha fazla bağımsızlık kazanma yolunda adımlar atıyor. Casey, okul değiştirerek kendi sosyal çevresini ve kimliğini keşfetmeye başlıyor. Sam'in en yakın arkadaşı Zahid ile olan ilişkisi ve Paige ile olan romantik ilişkisinin iniş çıkışları da bu sezonda derinleşiyor. 3. Sezon: Sam üniversite hayatına adapte olmaya çalışırken yeni zorluklarla karşılaşıyor; ders yükü, sosyal beklentiler, yurt hayatı ve ilişkisini sürdürme çabası. Bu sezon, Sam'in problem çözme becerilerini, esnekliğini ve kendi savunuculuğunu yapmayı öğrenme sürecini vurguluyor. Aynı zamanda Casey, kendi cinsel kimliğini keşfetmeye başlıyor ve bu durum aile içinde yeni dinamikler yaratıyor. Elsa ve Doug, ilişkilerini onarmaya çalışırken kendi bireysel gelişimlerine de odaklanıyorlar. 4. Sezon: Final sezonu, karakterlerin geleceklerine yönelik önemli kararlar aldığı bir dönemi konu alıyor. Sam'in Antarktika'ya gitme hayali, onun büyük bir hedef belirleme ve bu hedefe ulaşmak için gereken adımları atma kapasitesini gösteriyor. Aile, çocuklarının yuvadan uçmaya hazırlanmasıyla birlikte kendi rollerini yeniden tanımlıyor. Dizi, tüm ana karakterlerin hikayelerini tatmin edici ve umut dolu bir şekilde sonlandırarak veda ediyor. Psikolojik Açıdan "Atypical": Derinlemesine Bir Bakış Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) Temsili: Sam'in Deneyimi: Dizi, Sam karakteri üzerinden OSB'nin bazı temel özelliklerini başarılı bir şekilde yansıtıyor: Sosyal iletişimde yaşanan güçlükler, mecazları ve imaları anlamada zorlanma, özel ve yoğun ilgi alanları (Antarktika ve penguenler), rutinlere bağlılık, duyusal hassasiyetler (gürültü, kalabalık vb.). Sam'in iç monologları, onun dünyayı nasıl algıladığına dair değerli bir pencere açıyor. Bireysellik Vurgusu: Önemli bir nokta, dizinin Sam'i sadece otizmli birey kalıbına sokmamasıdır. Sam'in kendine özgü bir karakteri, mizah anlayışı, hayalleri ve arzuları vardır. Bu da OSB'nin bir spektrum olduğu ve her bireyin deneyiminin farklılaştığı gerçeğini hatırlatır. Eleştiriler ve Gelişim: İlk sezonlarda Sam karakterini canlandıran Keir Gilchrist'in nörotipik bir oyuncu olması ve bazı temsillerin klişelere dayanması eleştirilere yol açmıştı. Ancak dizi ilerledikçe özellikle yan karakterlerde otizm spektrumunda olan oyunculara yer verilmesi ve danışmanlarla çalışılması, temsilin daha kapsayıcı hale gelmesine katkı sağladı. Aile Dinamikleri ve Sistemik Etkiler: Gardner Ailesi Bir Sistem Olarak: Atypical , bir aile üyesindeki farklılığın tüm aile sistemini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor. Aile üyeleri birbirine bağlıdır ve birinin yaşadığı zorluk veya değişim diğerlerini de doğrudan etkiler. Ebeveynlik Rolleri ve Stres: Elsa'nın aşırı koruyucu tutumu, kısmen Sam'in ihtiyaçlarından kaynaklansa da zamanla kendi kimliğini ve evlilikteki rolünü kaybetme hissiyle birleşiyor. Bu durum özel gereksinimi olan bir çocuğa sahip ebeveynlerde sıkça görülebilen bakım veren yükü ve kimlik krizi temalarını işliyor. Doug'ın başlangıçtaki mesafesi ve sonrasında oğluyla bağ kurma çabası, babaların bu süreçteki farklı deneyimlerini ve gelişim potansiyellerini gösteriyor. Kardeş İlişkisi: Casey'nin rolü oldukça katmanlı. Bir yandan kardeşine karşı son derece koruyucu ve anlayışlıyken diğer yandan onun özel durumu nedeniyle ailesinin ilgisinin sürekli Sam üzerinde olmasından dolayı görünmez hissettiği anlar oluyor. Bu da özel gereksinimli kardeşe sahip olan bireylerin yaşayabileceği tipik ikilemleri ve duygusal yükü yansıtıyor. Sosyal İlişkiler ve Kabul: Arkadaşlık ve Romantizm: Sam'in en yakın arkadaşı Zahid ile olan ilişkisi, farklılıklara rağmen (hatta bazen bu farklılıklar sayesinde) kurulan sağlam dostlukları temsil ediyor. Paige ile olan ilişkisi ise nöroçeşitli bir bireyin romantik ilişkilerde karşılaşabileceği zorlukları, iletişim farklılıklarını ama aynı zamanda sevgi ve kabulün nasıl mümkün olabileceğini gösteriyor. Paige'in Sam'i anlama ve ona adapte olma çabası, ilişkilerde esneklik ve empatinin önemini vurguluyor. Toplumsal Önyargılar: Dizi, Sam'in okulda veya iş hayatında karşılaştığı bazı zorluklar üzerinden toplumsal önyargılara ve bilgisizliğe de değiniyor. Ancak genel olarak çevresindeki insanların (arkadaşları, öğretmenleri, iş arkadaşları) zamanla onu anlama ve kabul etme eğiliminde olduğunu göstererek umut verici bir tablo çiziyor. Yapım ve Temsil Açısından Notlar Robia Rashid ve ekibi, OSB'yi ana akım bir dizinin merkezine taşıyarak önemli bir adım atmıştır. Dizinin mizahı ve dramı dengeli bir şekilde kullanması, konuyu daha geniş kitleler için erişilebilir kılmıştır. Başlangıçtaki temsil eleştirilerine rağmen zamanla daha fazla araştırma yapılması ve spektrumdaki bireylerin sürece dahil edilmesi, dizinin bu konudaki hassasiyetini artırmıştır. Atypical , otizm spektrumu hakkında farkındalık yaratma ve damgalamayı azaltma potansiyeli taşıyan ancak her temsil gibi genelleme yapmaktan kaçınılması gereken bir yapımdır. Sözün özü; Atypical , otizm spektrumundaki bir gencin büyüme hikayesini anlatırken aynı zamanda bir ailenin sevgi, çatışma, fedakarlık ve kabullenme dolu yolculuğunu da başarıyla işliyor. Psikolojik açıdan bakıldığında dizi, OSB'nin bireysel ve ilişkisel etkileri, aile sistemleri, kimlik gelişimi, nöroçeşitlilik ve toplumsal kabul gibi birçok önemli temayı ele alıyor. Zaman zaman klişelere veya basitleştirmelere başvursa da genel olarak karakter derinliği, duygusal rezonansı ve farkındalık yaratma çabasıyla değerli bir yapım olarak öne çıkıyor. Atypical, hem keyifli bir seyirlik sunuyor hem de bizlere farklılıkları anlama ve empati kurma konusunda önemli dersler veriyor. Atypical Analizi - Penguenlerin Önemi Psikoloğun Dizi ve Penguenler Hakkındaki Notu: Atypical dizisinde penguenler, Sam Gardner'ın otizm spektrumundaki birey olarak dünyayı nasıl algıladığını ve düzenlediğini anlamamız için çok önemli bir semboldür. Sam'in penguenlere olan yoğun ilgisi onun için bir sığınak, bir rahatlama kaynağıdır. Karmaşık sosyal durumların aksine penguenlerin dünyası Sam için düzenli, öngörülebilir ve anlaşılırdır. Penguenler, Sam'in duygusal dünyasını ifade etme, stresle başa çıkma ve hayata anlam katma yoludur. Aynı zamanda, Sam'in zekasını, merakını ve tutkusunu da yansıtır. Penguenler aracılığıyla, Sam'in sadece otizmli etiketinin ötesinde kendine özgü ilgi alanları ve derin düşünceleri olan bir birey olduğunu görürüz. Dizi Hakkında Robia Rashid (Yaratıcı/Yazar/Baş Yapımcı): Dizinin yaratıcısı ve arkasındaki ana güç. Rashid, "How I Met Your Mother" ve "The Goldbergs" gibi dizilerdeki yazarlık deneyimini Atypical 'a taşıyarak hem mizahı hem de duygusal derinliği olan bir hikaye yarattı. Dizinin vizyonunu belirleyen ve genel tonunu oluşturan kilit isimdir. Keir Gilchrist (Oyuncu - Sam Gardner): Dizinin başrolünde, otizm spektrumundaki Sam Gardner karakterini canlandırdı. Performansıyla Sam'in iç dünyasını, zorluklarını ve kendine özgü bakış açısını izleyiciye aktarmada merkezi bir rol oynadı. Daha önce "United States of Tara" dizisi ve "It Follows" filmi gibi yapımlarla tanınır. Jennifer Jason Leigh (Oyuncu - Elsa Gardner): Sam'in annesi Elsa rolünde, kariyeri boyunca birçok önemli filmde yer almış ("The Hateful Eight", "Dolores Claiborne" vb.) deneyimli ve ödüllü bir aktris. Elsa'nın korumacı annelik rolü ile kendi kişisel kimliği arasındaki çatışmayı ve dönüşümünü güçlü bir şekilde canlandırdı. Michael Rapaport (Oyuncu - Doug Gardner): Sam'in babası Doug karakterini oynadı. Hem komedi hem de dramatik rollerdeki yeteneğiyle bilinen Rapaport ("True Romance", "Prison Break"), Doug'ın oğluyla ilişki kurma mücadelesini ve aile içindeki rolünü zamanla nasıl geliştirdiğini başarıyla yansıttı. Brigette Lundy-Paine (Oyuncu - Casey Gardner): Sam'in kız kardeşi Casey rolünde izledik. Lundy-Paine, Casey'nin hem destekleyici kardeş rolünü hem de kendi kimliğini ve bağımsızlığını arayışını etkileyici bir performansla sergiledi. Özellikle sonraki sezonlarda karakterin derinleşmesinde önemli rol oynadılar. Nik Dodani (Oyuncu - Zahid Raja): Sam'in komik, sadık ve her zaman yanında olan en iyi arkadaşı Zahid'i canlandırdı. Diziye önemli bir mizah ve sıcaklık kattı, Sam'in sosyal dünyasındaki en önemli destekçilerinden biri oldu. Seth Gordon (Yönetmen/Baş Yapımcı): Dizinin birçok bölümünü yöneten ve baş yapımcı olarak projeye önemli katkılarda bulunan isimlerden biri. Komedi ve dramı harmanlama konusundaki deneyimi ("Horrible Bosses", "The Goldbergs") dizinin tonunun oluşmasına yardımcı oldu. İzleyeceklere Şimdiden İyi Seyirler. 📺
- Eşinizin Ailesiyle Anlaşamıyor Musunuz? Psikolojik Nedenler ve Sağlıklı Sınırlar Koyma Rehberi
Eşimin ailesiyle anlaşamıyoruz, Kocamın ailesi beni istemiyor, Karımın ailesi sürekli eleştiriyor, Eşimin ailesi beni bir türlü kabullenemiyor. Evlilik, iki insanın hayatını birleştirdiği kutsal bir bağ olduğu kadar iki farklı aile kültürünün, beklentinin ve dinamiğin de bir araya geldiği karmaşık bir süreçtir. Pek çok çift için eşin ailesiyle ilişkiler zaman zaman zorlayıcı olabilir. ''Eşimin ailesiyle anlaşamıyoruz, Kocamın ailesi beni istemiyor, Karımın ailesi sürekli eleştiriyor, Eşimin ailesi beni bir türlü kabullenemiyor.'' gibi düşünceler zihninizde dönüp duruyorsa yalnız değilsiniz. Bu durum, çiftler arasında en sık rastlanan stres kaynaklarından biridir ve ilişkinizin sağlığını doğrudan etkileyebilir. Peki, neden eşimizin ailesiyle ilişkiler bu kadar hassas ve potansiyel olarak çatışmalı bir zemin oluşturur? Bir psikolog olarak bu sorunun kökenlerine indiğimizde, hem derin psikolojik dinamiklerle hem de beynimizin stres altındaki tepkileriyle karşılaşıyoruz. Gelin, bu karmaşık durumu birlikte inceleyelim ve sağlıklı çözüm yolları arayalım. Eşimin Ailesiyle Anlaşmak Neden Bu Kadar Zor? Psikolojik Kökenler Neler? Eşinizin ailesiyle yaşadığınız zorlukların temelinde genellikle şu psikolojik faktörler yatar: Aidiyet ve Sadakat Çatışması: Evlilikle birlikte eşler; kendi kök ailelerinden ayrı, yeni bir aile birimi oluştururlar. Ancak kök ailelere duyulan sadakat ve yeni kurulan aileye olan bağlılık arasında bir denge kurmak her zaman kolay olmaz. Eşiniz, kendi ailesi ile sizin aranızda kalmış hissedebilir veya siz, eşinizin ailesinin beklentileri ile kendi ihtiyaçlarınız arasında sıkışıp kalabilirsiniz. Bu durum, taraf tutma algısı yaratarak gerginliği artırabilir. Farklı Beklentiler ve Değerler: Her ailenin kendine özgü iletişim tarzı, gelenekleri, doğruları ve normal anlayışı vardır. Eşinizin ailesinin ebeveynlik, ev yönetimi, tatil planları veya hatta sofra adabı konusundaki beklentileri sizinkinden çok farklı olabilir. Bu farklılıklar; yanlış anlaşılmalara, eleştirildiğinizi hissetmenize veya kendi değerlerinizin sorgulandığı algısına yol açabilir. Sınır İhlalleri: Sağlıklı ilişkilerin temel taşı sınırlardır. Ancak eşin ailesi iyi niyetle bile olsa çiftin özel hayatına, kararlarına veya ev düzenine müdahale ettiğinde sınırlar ihlal edilmiş olur. Habersiz ziyaretler, sorulmadan verilen tavsiyeler, maddi konularda yorumlar veya torunlarla ilgili kararlara karışma gibi durumlar, çift üzerinde büyük bir baskı yaratabilir. Rekabet ve Kabul Görme İhtiyacı: Özellikle gelinin kayınvalideyle veya damadın kayınpeder/kayınvalideyle ilişkisinde, bilinçdışı bir rekabet veya yeterince iyi bulunmama kaygısı yaşanabilir. Eşinizin sevgisi ve ilgisi için bir yarış varmış gibi hissedebilir, ailenin tam bir üyesi olarak kabul görmediğinizi düşünebilirsiniz. ''Kocamın annesi beni sevmiyor veya Karımın babası bana güvenmiyor.'' gibi hisler bu dinamikten beslenebilir. Geçmiş Travmalar ve İlişki Kalıpları: Kendi ailemizle olan ilişki dinamiklerimiz, eşimizin ailesiyle kurduğumuz ilişkiyi de etkiler. Örneğin, kendi ailenizde eleştirel bir ebeveynle büyüdüyseniz eşinizin ailesinden gelen en ufak bir yorumu bile kişisel bir saldırı olarak algılama eğiliminde olabilirsiniz. Stres, Beyin Kimyası ve İn-law Çatışmaları: Nörobilimsel Bir Bakış Eşinizin ailesiyle gergin bir etkileşim yaşadığınızda vücudunuzda neler olur? Beynimiz, tehdit algıladığında otomatik bir savaş ya da kaç tepkisi verir. Kortizol ve Adrenalin: Tartışma veya eleştiri anında stres hormonları olan kortizol ve adrenalin salgılanır. Kalp atışınız hızlanır, kaslarınız gerilir, zihniniz savunmaya geçer. Bu fizyolojik tepki, mantıklı düşünme ve empati kurma yeteneğimizi geçici olarak azaltır. Sakin kalmak ve yapıcı bir diyalog kurmak zorlaşır. Oksitosin Eksikliği: Oksitosin, genellikle bağlanma hormonu olarak bilinir ve güvenli, sevgi dolu ilişkilerde salgılanır. Sürekli çatışma ve gerginlik ortamı, oksitosin seviyelerini düşürerek eşinizin ailesiyle olumlu bir bağ kurmanızı engeller. Kendinizi sürekli dışlanmış veya tehdit altında hissetmek bu hormonal dengeyi olumsuz etkiler. Amigdala Aktivasyonu: Beynimizin duygu merkezi olan amigdala, özellikle korku ve tehdit algısında aktiftir. Eşinizin ailesiyle ilgili geçmişteki olumsuz deneyimler, amigdalayı tetikleyerek benzer durumlarda aşırı tepki vermenize neden olabilir. Basit bir yorum bile, geçmişteki yaraları tetikleyerek büyük bir duygusal patlamaya yol açabilir. Bu biyolojik tepkileri anlamak neden bu tür durumların bizi bu kadar derinden etkilediğini ve neden bazen mantıksız tepkiler verdiğimizi anlamamıza yardımcı olur. "Eşim Ailesiyle Aramda Kalıyor", "Sürekli Müdahale Ediyorlar" : Yaygın Senaryolar ve Çözüm Stratejileri Öncelik: Çift Olarak Bir Olun: En önemli adım, eşinizle bu konuda açık ve dürüst bir iletişim kurmaktır. Sorunları ailesiyle konuşmadan önce mutlaka kendi aranızda konuşun. Birbirinizin duygularını anladığınızı ve desteklediğinizi gösterin. Ailesiyle ilgili konularda biz dili yle konuşmak ve ortak bir duruş sergilemek, dışarıdan gelen müdahalelere karşı en güçlü kalkandır. Eşinizin, sizin ve kendi ailesi arasında bir köprü olması, sınırları korumada kritik rol oynar. Sağlıklı Sınırlar Belirleyin ve İletin: Sınırlar, size ve ilişkinize neyin iyi gelip neyin gelmediğini tanımlar. Bu sınırlar ziyaret sıklığı, konuşulacak/konuşulmayacak konular, özel hayatınıza müdahale seviyesi gibi alanları kapsayabilir. Net Olun: Sınırlarınızın ne olduğunu net bir şekilde belirleyin (Örneğin, "Habersiz ziyaretleri kabul etmiyoruz" veya "Çocuk yetiştirme tarzımızla ilgili kararları biz veririz"). Sakin ve Saygılı İletin: Sınırlarınızı suçlayıcı olmadan, ben dili yle ifade edin (Örneğin, "Habersiz gelindiğinde hazırlıksız yakalanıyorum ve bu beni strese sokuyor, gelmeden önce haberleşirsek çok sevinirim"). Tutarlı Olun: Sınırları belirledikten sonra uygulamada tutarlı olmak çok önemlidir. Bir keresinde izin verip diğerinde kızmak, karşı tarafın kafasını karıştırır. Empati Kurmaya Çalışın (Anlamak, Onaylamak Değildir): Eşinizin ailesinin davranışlarının ardındaki motivasyonu anlamaya çalışmak, öfkenizi azaltabilir. Belki de endişelerinden, kendi alıştıkları düzenden veya sizi tanımamaktan kaynaklanan davranışlar sergiliyorlardır. Onların bakış açısını anlamak, onlara hak vermek anlamına gelmez ancak durumu daha objektif değerlendirmenize yardımcı olabilir. İletişim Becerilerinizi Geliştirin: Tartışmalar kaçınılmaz olduğunda durumu daha da kötüleştirmemek için yapıcı iletişim teknikleri kullanın: Doğru Zamanı Seçin: Gergin anlarda değil sakin zamanlarda konuşmayı tercih edin. "Ben" Dilini Kullanın: "Sen her zaman..." yerine "Ben ... olduğunda ... hissediyorum" gibi ifadeler kullanın. Aktif Dinleyin: Karşı tarafın ne dediğini anlamaya çalışın sadece cevap vermek için dinlemeyin. Konuyu Dağıtmayın: Tartışma sırasında eski defterleri açmaktan kaçının, mevcut soruna odaklanın. Beklentilerinizi Yönetin: Eşinizin ailesiyle en iyi arkadaş olmak zorunda değilsiniz. Hedefiniz her zaman sıcak bir ilişki kurmak olmayabilir. Saygılı, mesafeli ve sorunsuz bir ilişki de yeterli olabilir. Mükemmel ilişki beklentisi hayal kırıklığını artırabilir. Kendi Tepkilerinizi Kontrol Edin: Başkalarının davranışlarını değiştiremeseniz de kendi tepkilerinizi kontrol edebilirsiniz. Stresli durumlarda derin nefes alma, ortamdan kısa süreliğine uzaklaşma gibi başa çıkma mekanizmaları geliştirin. Duygusal tepkilerinizi yönetmek, durumu daha sağlıklı idare etmenizi sağlar. Gerektiğinde Mesafeyi Koruyun: Tüm çabalara rağmen ilişkiler düzelmiyorsa ve bu durum size ve evliliğinize zarar veriyorsa fiziksel ve duygusal olarak biraz mesafe koymak en sağlıklı seçenek olabilir. Bu tutumunuz ilişkiyi tamamen kesmek anlamına gelmeyebilir ancak etkileşim sıklığını ve yoğunluğunu azaltmayı içerebilir. Ne Zaman Profesyonel Yardım Almalısınız? Eğer eşinizin ailesiyle yaşadığınız sorunlar; Evliliğinizde sürekli ve ciddi çatışmalara yol açıyorsa, Eşinizle aranızdaki bağı zedeliyorsa, Sizde yoğun kaygı, öfke, çaresizlik veya depresif duygulara neden oluyorsa, Sağlıklı sınırlar koymakta zorlanıyorsanız, İletişim tamamen kopmuşsa, bir uzmandan destek almayı düşünmelisiniz. Bireysel terapi kendi duygu ve tepkilerinizi anlamanıza yardımcı olurken çift terapisi partnerinizle ortak bir zemin bulmanıza ve birlikte stratejiler geliştirmenize olanak tanır. Eşinizin ailesiyle anlaşmazlık yaşamak yorucu ve yıpratıcı olabilir. Ancak bu durumun psikolojik kökenlerini ve beynimizin stres altındaki tepkilerini anlamak çözüm yolunda atılacak ilk adımdır. Unutmayın ki sağlıklı sınırlar koymak bencillik değil kendinize ve ilişkinize duyduğunuz saygının bir göstergesidir. Eşinizle kuracağınız güçlü ittifak, iletişim becerilerinizi geliştirme çabanız ve gerektiğinde profesyonel destek arama cesaretiniz bu zorlu süreçte size rehberlik edecektir. Bu konuda destek isterseniz bizlere ulaşabilir ve ücretsiz bir tanışma görüşmesi oluşturabilirsiniz. Mutlulukla Kalın. 🌼
- İçimizdeki Çocuk: Doğan Cüceloğlu'nun Kıymetli Eserine Genel Bir Bakış
Yazar Hakkında: Doğan Cüceloğlu Kimdir? Doğan Cüceloğlu (1938 – 2021), Türkiye’de psikolojiyi sadece akademik bir alan olmaktan çıkarıp halkın anlayabileceği bir dile taşıyan öncü bir isimdir bu yüzden kendisi Türkiye’de psikoloji denince akla gelen öncü isimlerden biridir. Yazdığı kitaplarla bireylerin içsel dünyasına derinlemesine dokunan bir psikoterapist, hoca ve yazardır. Yurt dışında eğitim almış, uzun yıllar yurt dışındaki üniversitelerde ders vermiş; sonra Türkiye’ye dönerek halkla ve gençlerle birebir bağ kurmayı seçmiştir. Eserlerinde sıkça kendi hayatından örnekler vermesi, onu yalnızca bir akademisyen değil aynı zamanda bir yaşam anlatıcısı yapar. Onlarca yıl boyunca hem akademik çalışmaları hem de halkla iç içe dilde kaleme aldığı kitaplarıyla psikolojiyi herkes için anlaşılır ve ulaşılır kıldı. Kendisi, biz genç psikologlar, psikolojik danışmanlar ve eğitimciler için bir yol gösterici hatta çoğumuzun ilk hocası sayılır. Bu nedenle onun eserlerini bir eleştiri çerçevesinde değil; bir öğrencinin hocasının söylediklerini anlamaya çalışması gibi derleyerek, sindirerek ve alana katkısını onurlandırarak değerlendirmek isterim. İçimizdeki Çocuk: Doğan Cüceloğlu / Kronik Psikoterapide ''İçimizdeki Çocuk'' Teması İçimizdeki çocuk kavramı, yalnızca popüler psikolojiye ait bir söylem değildir. Psikoterapide sıkça karşılaştığımız bir dinamiktir. Özellikle travma temelli terapilerde bireyin çocukluk döneminde yaşadığı duygusal ihmal, reddedilme, utandırılma gibi deneyimler bugünkü ruhsal durumunun temel taşlarını oluşturur. Bu yüzden bile sıkça karşımıza çıkar. Doğan Cüceloğlu kitabında bu gerçekliği sade bir dille, örneklerle ve içtenlikle ele alıyor. Kitabın içinde zaman zaman kendi yaşam öyküsüne de yer vererek okuyucuyla sıcak bir bağ kuruyor. Bu yönüyle kitap sadece bir kuramsal açıklama değil aynı zamanda insanın insana yolculuğudur diyebiliriz. Kitap Ne Anlatıyor? Doğan Cüceloğlu'nun İçimizdeki Çocuk adlı eseri, yetişkin hayatının getirdiği sorumluluklar ve karmaşalar arasında çoğu zaman unuttuğumuz, benliğimizin en saf ve kırılgan yanına, içimizdeki çocuğa odaklanıyor. Yazar, hepimizin ruhunun derinliklerinde, çocukluk yıllarımızın silinmez izlerini taşıyan bu iç çocuk figürünün varlığını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Bu iç çocuk, sadece geçmişin tatlı anılarını değil aynı zamanda o dönemin travmalarını, hayal kırıklıklarını, öğrenilmiş çaresizliklerini ve özellikle de koşulsuz kabul görmeme ile duygusal ifadeye izin verilmeme gibi deneyimlerin yarattığı derin yaraları da bugüne taşıyor. Cüceloğlu, yetişkinlikteki pek çok davranışımızın, ilişki kurma biçimimizin, hayata karşı tutumumuzun ve hatta duygusal zorluklarımızın kökeninde, bu ihmal edilmiş ya da incinmiş iç çocuğumuzun olduğunu savunuyor. Özellikle çocukluk döneminde duygularını özgürce ifade etmesine olanak tanınmayan, sürekli eleştirilen ya da yeterince sevgi ve ilgi görmeyen bireylerin, yetişkinlikte bu bastırılmış duygularla başa çıkmakta, sağlıklı ilişkiler kurmakta ve özgüvenlerini geliştirmekte zorlandıklarını gözler önüne seriyor. İçimizdeki Çocuk , okuyucuyu bu derin ve çoğu zaman farkında olunmayan içsel dinamikleri keşfetmeye davet ediyor. Yazar, kendi iç dünyamıza yapacağımız bu şefkatli yolculuk sayesinde, geçmişin yüklerinden arınabileceğimizi, içimizdeki çocukla yeniden bağ kurabileceğimizi ve böylece daha dengeli, mutlu ve özgün bir yetişkin yaşamı inşa edebileceğimizi umut ediyor. Bu eser, sadece bir psikoloji kitabı olmanın ötesinde kendi kalbimize doğru yapılan samimi bir keşif ve iyileşme sürecinde bize eşlik eden sıcak bir rehber niteliğinde. İçimizdeki Çocuk: Doğan Cüceloğlu Kitaptan Psikolog Gözüyle Notlar: 📍 Şefkatle Yüzleşme: Kitap boyunca kişinin kendine karşı sert, eleştirel ve katı tutumları sorgulanıyor. Terapide sıkça gördüğümüz içsel eleştirmen figürüyle başa çıkmak için ilk adım, fark etmek ve yerine şefkati koyabilmektir. 📍 Kırılganlık ve Gerçek Güç: Toplumda güç, çoğu zaman güçlü görünmek olarak algılanıyor. Cüceloğlu; kırılganlıkla temasa geçmenin, i nsan olmanın ve olgunlaşmanın bir parçası olduğunu hatırlatıyor. Bu, terapötik sürecin de özüdür. 📍 Kimlik ve Birey Olma: Kitapta sıkça geçen '' Ben kimim?'' sorusu, psikoterapide de kimlik karmaşası, bireyselleşme ve sınır koyma gibi temalarla paralellik gösteriyor. Kendi değerlerini keşfetmek, çoğu zaman içsel çocuğu anlamakla başlar. Her yetişkinin içinde bir zamanlar ihtiyaçlarını anlatamamış, anlaşılmamış ya da yarım kalmış bir çocuk olabilir. O çocuk muhtemelen hayatımız boyunca bizimle birlikte yaşar. Kimi zaman ilişkilerde tetiklenir, kimi zaman karar verirken güvensizlikle ses verir. İşte Doğan Cüceloğlu’nun İçimizdeki Çocuk kitabı; bu içsel sesi duymayı, anlamayı ve onunla bağ kurmayı cesaretlendiriyor. Bunun yanında bir psikolog olarak bu kitabı yalnızca bir kişisel gelişim eseri olarak değil aynı zamanda terapi sürecinde danışanlara da rehberlik edebilecek güçlü bir içsel farkındalık kaynağı olarak görüyorum. Yazar: Doğan Cüceloğlu Sayfa Sayısı: 299 Yayınevi: Kronik (76. Baskı) Not: İlgili kitabın farklı yayınevi baskıları da mevcuttur, Kronik; okuduğumuz ve aktarımı yaptığımız eserin yayınevidir. İçimizdeki Çocuk: Doğan Cüceloğlu Doğan Cüceloğlu'nun İnsan Ruhuna Dokunan Bazı Eserleri: İnsan İnsana – Sağlıklı ve Samimi İletişimin Temelleri: Bu eser, insanlar arasındaki bağın en temel unsuru olan iletişimi mercek altına alıyor. Sağlıklı ve samimi bir iletişimin nasıl kurulacağını, etkin dinlemenin gücünü, empati kurmanın önemini ve çatışma çözme becerilerini içtenlikle ele alıyor. İlişkilerimizde daha derin ve anlamlı bağlar kurmamız için kılavuzluk ediyor. İçimizdeki Çocuk – İçsel Yaralarla Yüzleşmek ve İyileşmek: Belki de en bilinen eseri olan "İçimizdeki Çocuk", yetişkin benliğimizin derinliklerinde saklı kalmış çocukluk deneyimlerinin, özellikle de travmaların ve ihmallerin üzerimizdeki kalıcı etkilerini inceliyor. Bu eser, içimizdeki o kırılgan çocuğu anlamak, onunla şefkatle bağ kurmak ve geçmişin yaralarını iyileştirmek için bir yol haritası sunuyor. Geliştiren Anne-Baba – Ebeveynliğe Şefkatli ve Bilinçli Bir Yaklaşım: Anne ve babalara yönelik bu değerli eser, çocuk yetiştirmenin sadece bir görev değil, aynı zamanda bir sevgi ve anlayış yolculuğu olduğunu vurguluyor. Şefkatli, destekleyici ve bilinçli bir ebeveynliğin çocuğun sağlıklı gelişimi üzerindeki hayati önemini örneklerle açıklıyor ve pratik öneriler sunuyor. Var mısın? – Bireyin Kendine Yolculuğu ve Yaşamla Bağ Kurması: Bu derinlikli eser, bireyin kendi iç dünyasına doğru yaptığı anlamlı yolculuğu ele alıyor. Kendini tanıma, potansiyelini keşfetme, yaşamın anlamını sorgulama ve varoluşsal bağlarını güçlendirme temalarını işliyor. Okuyucuyu kendi özgün varlığıyla derin bir bağ kurmaya teşvik ediyor. Savaşçı – Zorluklara Karşı Psikolojik Dayanıklılık: Hayatın kaçınılmaz zorlukları karşısında ayakta kalabilme gücümüzü, yani psikolojik dayanıklılığımızı ele alan bu eser, stresle başa çıkma mekanizmalarını, olumlu düşünce yapısını ve içsel gücümüzü nasıl harekete geçirebileceğimizi anlatıyor. Zorluklar karşısında yılmamak ve yeniden güçlenmek için ilham veriyor. Başarıya Götüren Aile – Çocuk Yetiştirmede Fark Yaratan Aile Yapıları: Bu eser, başarı kavramını sadece akademik veya maddi kazanımlar olarak görmeyen, daha çok çocuğun mutlu, özgüvenli ve hayata karşı donanımlı bireyler olarak yetişmesini hedefleyen aile yapılarını inceliyor. Aile içi iletişim, değerler, destek ve teşvik gibi unsurların çocuğun başarısı üzerindeki etkilerini aydınlatıyor. Evlenmeden Önce – İlişkilere ve Evliliğe Psikolojik Bir Bakış: Evlilik kurumuna ve romantik ilişkilere psikolojik bir perspektifle yaklaşan bu eser, sağlıklı bir ilişkinin temellerini, partnerler arasındaki uyumu, iletişim dinamiklerini ve evliliğe dair gerçekçi beklentileri ele alıyor. Evlilik öncesinde çiftlerin kendilerini ve birbirlerini daha iyi anlamalarına yardımcı olmayı amaçlıyor. İçten Liderlik – Etkili ve İnsan Odaklı Liderlik Yaklaşımı: Liderlik kavramına farklı bir bakış açısı sunan bu eser, sadece otoriteye değil, içtenliğe, empatiye ve insan odaklı yaklaşıma dayanan bir liderlik modelini savunuyor. Etkili bir liderin sahip olması gereken temel özellikleri ve insanları motive etme yöntemlerini inceliyor. Korku Kültürü – Toplumda Korkuyla Yönetilme Dinamiklerini Ele Alır: Bu önemli eser, toplumda korkunun nasıl bir araç olarak kullanıldığını, bireyler üzerindeki psikolojik etkilerini ve korku kültürünün yarattığı olumsuz sonuçları derinlemesine analiz ediyor. Daha bilinçli ve özgür bir toplum için korkunun panzehirini arıyor. Damdan Düşen Psikolog – Hayatla Yüzleşen Ama Mesleğini Unutmayan Bir Bakış Açısı: Cüceloğlu'nun kendi yaşam deneyimlerinden ve psikolog kimliğinden süzülen bu samimi eser, hayatın iniş çıkışlarıyla yüzleşirken psikolojik prensipleri nasıl uygulayabileceğimizi gösteriyor. Kendi kırılganlıklarımızla barışmanın ve hayata daha insani bir pencereden bakmanın önemini vurguluyor. İletişim Donanımları – İnsanlar Arası İletişimde Bilinçli Davranışlar Üzerine: İletişimin sadece konuşmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda beden dilini, duygusal ifadeyi ve karşılıklı anlayışı içerdiğini vurgulayan bu eser, etkili ve bilinçli iletişim kurmanın yollarını pratik örneklerle açıklıyor. Öğretmen Olmak – Eğitimin Ruhunu Anlamaya Çalışan Öğretmen Adayları İçin: Geleceğin öğretmenlerine ilham vermeyi amaçlayan bu eser, öğretmenliğin sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir tutku ve adanmışlık gerektirdiğini anlatıyor. Öğrenciyle bağ kurmanın, onları anlamanın ve öğrenme süreçlerini desteklemenin inceliklerini ele alıyor. Onlar Benim Kahramanım – Hayatın İçinden Gelen İlham Veren Hikayeler: Bu dokunaklı eser, sıradan insanların olağanüstü yaşam mücadelelerinden, dirençlerinden ve umutlarından kesitler sunuyor. Hayatın içinden gelen bu kahramanlık öyküleri, okuyucuya ilham veriyor ve yaşama farklı bir gözle bakmasını sağlıyor. Doğan Cüceloğlu'nun bu eserleri, sadece psikoloji alanına değil aynı zamanda insan olmanın derinliklerine dair de önemli iç görüler sunuyor. Her biri bireyin kendini tanıma, başkalarıyla sağlıklı bağlar kurma ve yaşama daha bilinçli şekilde tutunma yolculuğuna bir davettir.
- Harlow'un Maymun Deneyi: Bağlanmanın Gücü
1950'lerin sonlarında psikolog Harry Harlow, bağlanmanın doğasını ve bebeklerin anne figürüne olan ihtiyacını anlamak için çığır açan bir deney gerçekleştirdi. Rhesus maymunlarıyla yaptığı bu deney, yalnızca fiziksel bakımın değil, duygusal yakınlık ve güvenin de gelişim için kritik olduğunu kanıtladı. Harlow, laboratuvar ortamında iki yapay anne yarattı: Tel anne, sert telden yapılmış ancak üzerinde süt şişesi bulunan bir modeldi. Kumaş anne ise süt vermeyen, ancak yumuşak kumaşla kaplı bir modeldi. Yavru maymunun model annelerin olduğu yere götürüldüğünde ilk başta emzirme annesine gidip biberondan süt içtiği görülse de daha sonra kumaş anneye giderek onun yanında kaldığı gözlemlendi. Deney boyunca yavru maymunların çoğu, süt kaynağı olan tel anne yerine yumuşak dokulu kumaş anneyi tercih etti. Korktuklarında ona sarıldılar, onun yanında daha uzun vakit geçirdiler ve fiziksel temasın yalnızca beslenme kadar önemli olduğunu gösterdiler. Sonrasında deneyde yavru maymunların korktuklarındaki tepkiyi ölçmek amacıyla bir robot tasarlandı. Bu robot, parlayan gözleri, çıkardığı gürültülü sesi ve hareket eden parçaları ile yavru maymunları oldukça korkutabilecek bir robottu. Yavru maymun robotla ilk karşılaştığında her korkan çocuğun yapacağı gibi kaçıyor ve hatta kumaş annenin yanına kaçarak saklanmaya çalışıyordu. Kumaş anneyle etkileşime geçtikçe de korkusu azalarak sakinleşiyor ve hatta onu korkutan robotu merak etmeye bile başlıyordu. Bu deney, bağlanma teorisini güçlendirerek anne-çocuk ilişkilerinde sevgi ve dokunsal temasın kritik olduğunu ortaya koydu. Yalnızca fiziksel ihtiyaçların karşılanmasının yeterli olmadığını, duygusal güvenin ve sıcaklığın da psikolojik gelişim için vazgeçilmez olduğunu gösterdi. Bu deney gösteriyor ki bağlanma sadece fiziksel ihtiyaçları karşılamaktan ibaret değildir. Duygusal güven ve sıcak temas ebeveyn-çocuk ilişkisinde temel bir ihtiyaçtır. Harlow’un bulguları, yalnızca maymunların değil, insanların da sevgiye ve güvenli bir bağlanma figürüne ne kadar ihtiyaç duyduğunu kanıtlayan önemli psikolojik çalışmalardan biri olarak tarihe geçti. Ebeveyn-çocuk ilişkilerinde ve erken çocukluk gelişimi üzerine yapılan çalışmalarda büyük bir etki yarattı. Aynı zamanda, erken dönem travmaların çocukların ilerleyen yaşlardaki psikolojisi üzerindeki etkisini anlamamıza da katkı sağladı. Bugün hala Harlow’un çalışmaları, bağlanma bozuklukları, ebeveynlik yaklaşımları ve çocuk gelişimi konularında referans noktası olarak görülmektedir. Özellikle sevgi, ilgi ve fiziksel temasın eksik olduğu durumlarda çocukların psikolojik gelişiminin nasıl olumsuz etkilendiğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Psikoloji Öğrencisi Ceren GÖLE
- Seyirci Kalma Etkisi (Bystander Effect) Nedir?
Bystander Effect, yani Türkçesiyle Seyirci Kalma Etkisi, sosyal psikolojide önemli bir yere sahip olan bir fenomendir. Bu kavram, bir kişinin acil yardıma ihtiyaç duyduğu durumlarda, çevrede bulunan çok sayıda insanın varlığına rağmen kimsenin yardım etmemesi ya da müdahale etmemesi durumunu ifade eder. İlginçtir ki, bir olayın ne kadar fazla kişi tarafından görüldüğü, yardım etme ihtimalini artırmak yerine azaltabilir. Bu durum ilk bakışta mantıksız gibi gelebilir. İnsanlar çoğunlukla kalabalık ortamlarda kendilerini daha güvende hissederler. Ne de olsa çevrede bir sürü kişi varsa, birinin mutlaka yardım edeceği düşünülür. Ancak işin aslı pek öyle değildir. Seyirci Kalma Etkisi Nasıl Ortaya Çıktı? Seyirci kalma etkisinin bilimsel olarak incelenmesine neden olan olay, 1964 yılında New York'ta yaşanan trajik bir cinayettir. Genç bir kadın olan Kitty Genovese, gece saatlerinde evinin yakınında saldırıya uğradı ve ne yazık ki hayatını kaybetti. Medyada yer alan haberlere göre, çevredeki apartmanlarda yaşayan 38 kişi bu olaya tanık oldu ya da duydu, fakat kimse müdahale etmedi veya polisi aramakta gecikti. Bu olayın yankıları büyük oldu. İnsanlar “Nasıl olur da bu kadar insan hiçbir şey yapmaz?” sorusunu sormaya başladı. Bu durum, sosyal psikologlar John Darley ve Bibb Latané’nin de dikkatini çekti ve seyirci kalma etkisi üzerine birçok deneyin yapılmasına zemin hazırladı. Bu Kişilerin Harekete Geçmesini Önleyen Şey Neydi? 1. Sorumluluğun Dağılması Kalabalık bir ortamda insanlar yardım etme sorumluluğunu bireysel olarak hissetmez. Herkes şu şekilde düşünür: “Nasıl olsa birisi yardım eder.” Bu düşünce zinciri, bireylerin pasif kalmasına neden olur ve sonuçta, kimse yardım etmez. 2. Toplumsal Kanıt İnsanlar özellikle belirsiz ya da alışılmadık durumlarda çevrelerindekilerin davranışlarını model alır. Eğer diğer kişiler sakin kalıyor ya da müdahale etmiyorsa, bu durumun acil olmadığı varsayılır. “Kimse bir şey yapmıyor, demek ki endişelenecek bir şey yok.” 3. Değerlendirilme Kaygısı Bir kişi yardım etmek ister ama yanlış bir şey yapma korkusuyla geri durabilir. Kalabalıkta yanlış hareket etmek, beceriksiz ya da dramatik görünmek istemez. 4. Anonimlik ve Mesafe Büyük şehirlerde ya da kalabalık alanlarda insanlar birbirini tanımadığı için sosyal bağ zayıftır. Tanımadığınız biri için sorumluluk hissetmek daha zordur. Ayrıca, insanlar kendilerini kalabalıkta daha görünmez hisseder ve bu da pasifliği artırır. Seyirci Kalma Etkisi Fenomenini Ortaya Çıkaran Deneyler Darley ve Latané, bu teoriyi test etmek için birçok deney gerçekleştirdi. En bilinenlerinden biri şu şekildeydi: Bir denek, başka katılımcılarla (aslında deneyin bir parçası olan aktörlerle) birlikte bir odaya alınır ve kulaklıkla başka bir odadaki kişilerle konuştuğunu düşünür. Konuşma sırasında, diğer odadaki birinin (ses kaydı) aniden epileptik bir nöbet geçirdiği izlenimi verilir. Sonuçlar ise şu şekildeydi: Eğer denek bu duruma tek başınayken tanık oluyorsa, yardım etme oranı çok daha yüksekti. Ama birden fazla kişi olayın tanığı olduğunda, yardım etme oranı ciddi şekilde düşüyordu. Bu deneyler, seyirci kalma etkisinin sadece kuramsal bir fikir değil, insan davranışlarında gerçekten etkili bir faktör olduğunu kanıtladı. Günlük Hayatta Seyirci Kalma Etkisi Nerelerde Karşımıza Çıkar? Seyirci kalma etkisi sadece ciddi acil durumlarda değil, gündelik yaşamda da kendini gösterebilir. Örneğin: Sokakta yere düşen birine kimsenin yardım etmemesi, Toplu taşımada rahatsızlık yaşayan bir yolcuya kimsenin müdahale etmemesi, Bir öğrencinin okulda zorbalığa uğraması ve arkadaşlarının sessiz kalması, Çalışma ortamında bir çalışanın haksızlığa uğraması ama kimsenin tepki göstermemesi… Tüm bu örneklerde, bireylerin pasif kalması çoğu zaman yalnızca umursamazlıktan değil, seyirci kalma etkisinden kaynaklanır. Seyirci Kalma Etkisini Nasıl Aşabiliriz? Seyirci kalma etkisinin üstesinden gelmek için bireysel farkındalık büyük önem taşır. Bireysel farkındalığı artırmak ve bu fenomenin etkisini azaltmak için yapabileceklerimizden bazıları şu şekildedir: İlk adımı atan kişi olun. Bazen bir kişinin yardım etmesi, başkalarının da devreye girmesini sağlar. Cesur davranışlar bulaşıcı olabilir. Yardım ihtiyacını netleştirin. Yardıma ihtiyacınız varsa, kalabalığa değil, doğrudan bir kişiye hitap edin: “Siz, kırmızı montlu beyefendi, lütfen polisi arar mısınız?” Eğitim ve bilinçlendirme. Okullarda, iş yerlerinde ve topluluklarda bu konuda eğitimler verilmeli; insanlar sosyal psikolojinin bu etkisinden haberdar olmalı. Sonuç olarak herkesin sorumlu olduğu yerde kimse sorumlu değildir. Seyirci kalma etkisi, modern toplumlarda yaygın görülen ama çoğu zaman fark edilmeyen bir davranış kalıbıdır. Kalabalıklar içinde daha güvende olduğumuzu düşünürüz, fakat aslında sorumluluğun görünmez bir şekilde dağıldığı ve çoğu zaman kimsenin harekete geçmediği bir ortamda olabiliriz. İlk adımı atarak, örnek olarak ve farkındalığımızı artırarak bu zinciri kırmak mümkün. Çünkü bazen bir kişinin cesareti, başkalarının da kalabalıktan sıyrılıp harekete geçmesine ilham olabilir. Psikolog Yunus Öztürk
- Stanford Hapishane Deneyi: Güç Her Zaman Yozlaştırır mı?
1971 yılında gerçekleştirilen Stanford Hapishane Deneyi, sosyal psikolojinin en çok tartışılan ve en çarpıcı örneklerinden biri olarak kabul edilir. Psikolog Philip Zimbardo liderliğinde yürütülen bu deney, sıradan bireylerin sosyal roller ve otorite altında nasıl davranışlar sergileyebileceğini gözlemlemeyi amaçlamıştır. Deneyin sonuçları, insan doğasının karanlık yönlerine dair önemli ipuçları sunmuş; aynı zamanda bilimsel etik konusunda uzun yıllar süren tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Deneyin Uygulanışı ve Amacı Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümünde gerçekleştirilen deney, üniversitenin bodrum katının geçici bir hapishaneye dönüştürülmesiyle başladı. Araştırmacıların amacı, bireylerin belirli sosyal rollere, özellikle mahkum ve gardiyan rollerine atandıklarında, bu rollerin davranışlarına nasıl etki edeceğini incelemekti. Katılımcılar, deney öncesinde kapsamlı bir psikolojik değerlendirmeden geçirildi. Duygusal olarak dengeli, sağlıklı ve geçmişinde herhangi bir suça karışmamış 24 erkek öğrenci seçildi. Katılımcılar tamamen rastgele bir şekilde mahkum ya da gardiyan rollerine atandılar. Deneyin gerçekçiliğini artırmak amacıyla mahkum rolündeki katılımcılar, polis tarafından evlerinden gözaltına alındı ve kelepçelenerek "hapishaneye" götürüldü. Burada üzerlerinden kişisel eşyaları alındı, numaralandırıldılar ve üniforma giydirildiler. Gardiyanlar ise askerî tarzda üniformalar, gözlükler ve coplarla donatıldı. Gardiyanlara, fiziksel şiddet uygulamamak koşuluyla düzeni sağlamak adına geniş bir yetki verildi. Deneyin başlamasından sadece birkaç gün sonra, rollerin etkisi çarpıcı bir biçimde kendini göstermeye başladı. Gardiyanlar, otoriter ve bazen sadist davranışlar sergilemeye başladı; mahkumlar ise giderek daha fazla itaatkarlaştı, pasifleşti ve psikolojik sorunlar yaşamaya başladı. Katılımcıların rollerini bu kadar hızlı ve yoğun bir şekilde içselleştirmeleri, araştırmacıları bile şaşkına çevirdi. Gardiyanlar, kendilerine verilen otoriteyi hızla benimsedi ve bu otoriteyi çoğu zaman zalimce kullandı. Bazı mahkumlar, yaşadıkları baskı ve aşağılanma nedeniyle ağlama nöbetleri geçirdi, hatta ciddi psikolojik rahatsızlıklar yaşamaya başladılar. Bu davranışlar, katılımcılara herhangi bir şekilde zorba olmaları veya itaat etmeleri yönünde doğrudan bir talimat verilmeden ortaya çıkmıştı. Bu da sosyal bağlamın ve rollerin, birey davranışları üzerindeki etkisini açıkça gözler önüne serdi. Deneyin Erken Sonlandırılması Başlangıçta iki hafta sürmesi planlanan deney, yalnızca altı gün içinde sonlandırıldı. Gelişmeler, deneyin kontrol dışına çıktığını ve katılımcıların fiziksel ve psikolojik sağlıklarının tehdit altına girdiğini ortaya koydu. Deneyin sonlandırılmasında, psikoloji öğrencisi Christina Maslach büyük rol oynadı. Deneyi ziyaret eden Maslach, mahkumların uğradığı kötü muameleyi görünce ciddi etik kaygılar dile getirdi ve deneyin durdurulmasını talep etti. Onun bu tepkisi, Zimbardo’yu ve ekibini bu süreci sorgulamaya yöneltti. Etik Tartışmalar ve Eleştiriler Stanford Hapishane Deneyi, bilime katkısı kadar, ciddi etik ihlalleriyle de hatırlanmaktadır. Deneyin gerçekleştirilme biçimi, o dönemde bile birçok etik kuralın ihlal edildiği yönünde eleştiriler almıştır. Başlıca eleştiriler şunlardır: Katılımcıların Bilgilendirilmemesi: Deneye katılan bireyler, yaşayacakları deneyimin potansiyel psikolojik etkileri ve riskleri hakkında tam anlamıyla bilgilendirilmemişti. Bu durum, rızalarının geçerliliğini sorgulanır hale getirmiştir. Psikolojik Zarar: Mahkum rolündeki katılımcılar, ciddi psikolojik baskıya ve travmaya maruz kalmışlardır. Bu, deneysel psikoloji açısından kabul edilemez bir durumdur. Araştırmacıların Rol Çatışması: Zimbardo’nun hem araştırmacı hem de hapishane müdürü rolünü üstlenmesi, deneyin tarafsızlığını büyük ölçüde zedelemiştir. Bu durum, gardiyanların davranışlarını etkileyerek deneyin doğallığını bozmuş olma ihtimalini doğurmuştur. Yönlendirme İddiaları: Bazı raporlar, gardiyanların deneyin başarısı için daha sert davranmaları yönünde dolaylı şekilde teşvik edildiğini öne sürmektedir. Eğer bu iddialar doğruysa, deneyin bulguları önemli ölçüde sorgulanabilir hale gelir. Deneyin Bugüne Etkisi Stanford Hapishane Deneyi, bugün hâlâ psikoloji ders kitaplarında yer almakta ve sosyal psikoloji alanında temel bir vaka olarak incelenmektedir. Bununla birlikte, deneyin etik yönleri nedeniyle bu tür çalışmalar artık çok daha sıkı denetimlere tabi tutulmaktadır. Deney, bilim insanlarının yalnızca bilgi üretmekle kalmayıp aynı zamanda etik sorumluluk taşıdıklarını da hatırlatmıştır. Deney bizlere, belirli sosyal ortamların ve rollerin, bireylerin davranışlarını nasıl etkileyebileceğini; aynı zamanda gücün kötüye kullanımının ne kadar kolay olduğunu göstermiştir. Ancak belki de en önemlisi, insan doğasının sınırlarını test ederken bilimsel etik sınırlarını ihlal etmemenin ne kadar hayati olduğunu vurgulamıştır. Psikolog Yunus Öztürk
- Çocuklarda Akran Zorbalığı: Davranışların Arkasındaki Nedenler ve Çözüm Yolları
Akran Zorbalığının Psikolojik Etkileri Akran zorbalığı, özellikle okul çağındaki çocuklarda gözlemlenmektedir. Psikolojik, fiziksel, sözlü veya siber yollardan uygulanan zorbalık, maruz kalan çocuk üzerinde olduğu kadar uygulayan çocuk üzerinde de önemli bir etkiye sahiptir. Zorbalık, çocukların ve gençlerin gelişim sürecindeki hassas duygusal yapısını hedef alır. Bu durum, özgüven kaybından akademik başarısızlığa, sosyal izolasyondan uzun vadeli psikolojik travmalara kadar uzanan pek çok olumsuz sonucu beraberinde getirir. Akran Zorbalığı Nedir? Akran zorbalığı, benzer yaş ve güç seviyelerinde olan bireylerin, bir diğer çocuğa kasıtlı olarak zarar vermek amacıyla fiziksel, sözel, sosyal ya da dijital yollarla sürekli ve tekrarlayan şekilde olumsuz davranışlar sergilemesidir. Bu durum, genellikle bir ilişkideki güç dengesizliğinden kaynaklanır ve bireyin başkalarını olumsuz etkileyerek kendini öne çıkarma çabasıyla dışlama, alay etme ya da zarar verme şeklinde ortaya çıkar. Zorbalığın temel özellikleri, güç dengesizliğinin sömürülmesi, davranışların süreklilik göstermesi ve hedef alınan kişinin duygusal, psikolojik ya da fiziksel sağlığını tehdit etmesidir. Akran zorbalığı, her yaşta görülebilen bir davranış biçimidir ve anaokulundan liseye kadar her eğitim seviyesinde rastlanabilir. Küçük yaşlardan ergenlik dönemine kadar farklı gruplarda ortaya çıkabilen bu durum, çocuklarda özgüven eksikliği, yetersizlik duygusu gibi olumsuz etkiler yaratabilir ve bunun sonucunda dışlanma, alaya alınma ya da okuldan uzaklaşma gibi davranışlar gözlemlenebilir. Zorbalık Türleri Nelerdir? Fiziksel Zorbalık: Kişiye fiziksel zarar verme amacı taşır. İtme, vurma, tekme atma, saçını çekme, eşyalarını çalma gibi davranışlardır. Sözlü Zorbalık: Herhangi bir fiziksel temasta bulunmadan alay etme, küfür etme, tehditte bulunma gibi sözlü yapılan zorbalıktır. Sosyal Zorbalık (dışlama): Çocuğu sosyal çevresinden izole etme, başkalarını aleyhine kışkırtma gibi çocuğun sosyal ilişkilerini zayıflatan davranışlar içerir. Siber Zorbalık: Sosyal medya araçları vasıtası ile hakaret, iftira, tehdit gibi zorbalıkların internet üzerinden yapılmasıdır. Okul Öncesi Çocuklarda Akran Zorbalığı Okul öncesi dönemde, çocukların sosyal etkileşim becerileri hızlı bir şekilde gelişim gösterirken, akranlarıyla kurdukları ilişkiler bu süreçte büyük bir önem taşır ancak, bu dönemde çocuklar henüz empati, problem çözme ve duygusal düzenleme gibi temel sosyal becerileri tam olarak kazanmadıklarından, akran zorbalığına benzer davranışlar sergileyebilirler. Okul öncesi dönemde akran zorbalığı, sıklıkla dışlama, alay etme, oyunlara dahil etmeme ya da fiziksel müdahaleler (örneğin, itme, vurma) gibi davranışlarla kendini gösterir. Bu davranışlar, çocuğun duygusal ve sosyal gelişimini olumsuz yönde etkileyebilir. Çünkü bu yaşta çocuklar, bilişsel gelişimlerinin doğası gereği, başkalarının perspektifini anlamakta zorlanabilir ve sosyal kuralları tam olarak kavrayamayabilir. Bu dönemde görülen zorbalık davranışlarının en dikkat çekici özelliği, çocukların genellikle kasıtlı olarak zarar verme amacı taşımamasıdır. Davranışlar, çoğunlukla gelişimsel sürecin doğal bir yansıması olarak ortaya çıkar ve empati, paylaşma ya da sabırlı olma gibi beceriler henüz yeterince gelişmediği için çocuklar uygun sosyal tepkiler vermekte zorlanabilir. Bununla birlikte, bu tür davranışların erken fark edilmesi ve doğru bir şekilde yönlendirilmesi hem bireysel hem de grup dinamikleri açısından kritik bir öneme sahiptir. Ebeveynlerin ve öğretmenlerin bu süreçteki rolü oldukça belirleyicidir. Çocuklara duygusal farkındalık kazandırmak, başkalarının duygularını anlamalarını desteklemek ve olumlu sosyal etkileşimleri modellemek, zorbalık davranışlarının azalmasında önemli bir etkendir. Örneğin, çocuklara empati becerisi kazandırmak için hikaye anlatımı, grup etkinlikleri gibi yöntemler kullanılabilir. Öğretmenlerin, sınıf ortamında iş birliğini ve dahil olmayı teşvik eden stratejiler geliştirmesi, dışlayıcı ya da saldırgan davranışların önlenmesine yardımcı olabilir. Ayrıca, bu dönemde akran zorbalığına yönelik müdahalelerin yalnızca çocuğun davranışını düzeltmekle sınırlı kalmaması, aynı zamanda ebeveyn-çocuk ilişkisinde sağlıklı bir bağ kurulmasını desteklemesi gerekir. Çocuklar, bu dönemde ebeveynlerinden aldıkları duygusal güven ve rehberlik sayesinde sosyal ilişkilerinde daha sağlıklı tepkiler verebilirler. Erken yaşta zorbalık davranışlarına müdahale edilmesi, çocukların ilerleyen yaşam evrelerinde daha sağlıklı sosyal becerilere ve pozitif ilişkiler kurma kapasitesine sahip olmalarına olanak tanır. Ergenlik Döneminde Akran Zorbalığı Ergenlik dönemi, çocukların kimlik gelişim süreçlerini deneyimledikleri, sosyal çevrelerinde kabul görmek ve kendilerini ifade etmek için çeşitli yollar aradıkları bir gelişim dönemidir. Bu dönemde akran zorbalığı, genellikle fiziksel saldırılardan ziyade sözel hakaretler, alaycı ifadeler, küçük düşürücü yorumlar ve dedikodu gibi psikolojik baskı içeren davranışlar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, dışlama ve izolasyon, ergenler arasında yaygın bir zorbalık biçimi olarak dikkat çeker. Bu tür davranışlar, zorbalığa maruz kalan bireylerde yetersizlik, değersizlik ve sevilmeme gibi duyguların gelişmesine yol açarken, zorbalık yapan bireyler için ise güç ve kontrol duygularını pekiştirmektedir. Zorbalığa maruz kalan ergenler genellikle daha içine kapanık, sosyal etkileşimlerden çekinen veya yalnız vakit geçirmeyi tercih eden bireylerdir. Bu durum, akran zorbalığının sadece bireysel değil, aynı zamanda grup dinamikleri üzerinden de değerlendirildiği karmaşık bir sosyal süreç olduğunu göstermektedir. Ergenlikte zorbalık davranışlarının altında yatan nedenler, bireyin benlik saygısını artırma çabası, grup içindeki statüsünü yükseltme isteği ya da kendine yönelik olumsuz duyguları başkalarına yansıtma eğilimi olabilir. Bu bağlamda, ergenlerde akran zorbalığının önlenmesi ve bu davranışlara erken müdahale edilmesi, yalnızca bireysel psikolojik iyilik hali için değil, aynı zamanda sağlıklı sosyal ilişkilerin geliştirilmesi açısından da büyük önem taşır. Ebeveynler, öğretmenler ve akranlar arasında empati, anlayış ve açık iletişimi teşvik eden yaklaşımlar, zorbalık döngüsünü kırmada etkili bir rol oynayabilir. Peki güçlü hissetmenin dışında bir çocuk neden zorbalık davranışı gösterir? Kendini çevresine ispatlamak isteyebilir. Ailesi tarafından yeterince dikkate alınmayan bir çocuk, arkadaşları arasında fark edilmek ve üstün bir konuma gelmek için zorbalık davranışlarına yönelebilir. Zorbalık uyguladığı akranına karşı kıskançlık duygusu beslediği için yapabilir. Akranının bu davranışları hak ettiğini düşünebilir. Aynı zamanda araştırmalar ergenlikte hem psikolojik hem fiziksel olarak hızlı bir değişim, sosyal ilişkiler, ebeveyn tutumları, bireysel özellikler gibi etmenlerin de zorbalık eğilimini etkileyen etmenler olduğunu belirtmiştir. Akran Zorbalığına Karşı Ebeveyn Olarak Neler Yapabilirsiniz? Akran zorbalığı, çocukların gelişim süreçlerinde önemli ve karmaşık bir sorundur. Hem zorbalığa uğrayan çocuğun hem de zorbalık yapan çocuğun psikolojik ve sosyal gelişimi üzerinde derin etkiler bırakabilir. Eğer çocuğunuzda zorbalık belirtisi gözlemlediyseniz, ilk adım olarak bu durumu ciddiyetle ele almak ve empatik bir yaklaşım benimsemek önemlidir. Çocuğunuzun duygusal durumu, hissettikleri ve düşündükleri üzerinde derinlemesine bir anlayış geliştirmek, ona kendini değerli hissettirecek bir ortam sunacaktır. Duygularını ifade etmesine fırsat tanımak, çocuk için güvenli bir alan oluşturmak ve onu dinlemek bu süreçte çok önemlidir. Zorbalık davranışı sergileyen çocuklarla da aynı özenle yaklaşılmalıdır. Zorbalık, bahsettiğimiz gibi çoğu zaman, alt düzeydeki duygusal veya psikolojik zorlukların bir yansımasıdır. Bu nedenle, zorbalık yapan çocukla da dikkatlice konuşulmalı, davranışlarının arkasındaki içsel ve çevresel faktörler anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu noktada, zorbalık yapan veya zorbalığa maruz kalan çocuklar için empati, sağlıklı ilişki becerileri ve duygusal düzenleme konularında bir uzmandan yardım almak, hem onların psikolojik iyilik halleri için önemli bir adım olacaktır hem de gelecekte benzer olumsuz davranışları önlemelerine yardımcı olabilir. Uzman desteği, çocukların duygusal dünyalarını daha iyi anlamalarını, sağlıklı sosyal etkileşimler kurmalarını ve zorbalığa karşı daha dirençli hale gelmelerini sağlayacaktır. Ceren GÖLE Dokuz Eylül Üniversitesi Psikoloji Öğrencisi
- Çocuğum Yalan Söylüyor: Psikologlardan Tavsiyeler ve Çocuğu Bu Davranıştan Vazgeçirmenin Yolları
Çocuklar Neden Yalan Söyler? Çocuğunuzun yalan söylediğini fark ettiğinizde endişeyle çocuğunuza yüklenebilir veya kendi içinizde sürekli nedenini sorgulayabilirsiniz. Çocuklukta yalan söylemek oldukça sık rastlanılan ve genelde de altında başka bir sebep olan bir durumdur. Üstünde baskı hisseden, ebeveynlerinin tepkisinden çekinen çocuklarda çok sık rastlanır. Aslında yalan, çocuklukta bir sonuçtur. Söylediği yalanla azar işitmekten kurtulduysa, istediği bir şeyi elde ettiyse, yalanı bir ödül gibi görmesi ve bu durumu tekrarlaması olasıdır. Bu nedenle her zaman davranım bozukluğu olarak adlandırılması doğru olmaz. Çocuğunuzda Yalan Söyleme Alışkanlığını Nasıl Önlersiniz? Peki çocuğunuzda yalan söyleme alışkanlığını nasıl ortadan kaldırabilirsiniz? Burada önemli olan nokta sakince ve üstelemeden çocuğunuzla iletişim kurarak, altta yatan problemi çözebilmenizdir. Yalan söylemenin temelini iletişimsizlik, ihmal veya da tam tersi aşırı baskı ve model alma oluşturabilir. Örneğin çocuğunuza aşırı ihmalkar davrandığınızda, çocuğunuz dikkat çekmek için yalan söyleyebilir. Size kendini bir şekilde göstermek ister ve takdir görmek için de kendince bir şeyler kurgulaması olasıdır. Tam tersi durumda, yani aşırı baskılamada ise korku vardır. Kızacağınızı düşünmek, cezalandırılacağını düşünmek çocuğunuzu gerçekleri saklamasına yöneltebilir. Aynı zamanda etrafında yalan söyleyen ebeveynlere, akranlara sıkça şahit oluyorsa bu davranışı pekiştirmesi olasıdır. Yalanın Gerçek Sebeplerini Anlamak Nasıl davranmanız gerektiği noktasında, öncelikle yalanının ardındaki asıl nedeni anlamalısınız. Eğer çocuğunuz çok küçük yaşlarda ise yalan söylediğini farkında bile olmayabilir. Tamamen kendi hayal dünyası içinde kurgu ve gerçeği henüz ayırt edemiyor olabilir. Bu durum genelde 7 yaşından küçük çocuklar için olağan bir durum olarak kabul edilebilir. Yaşı daha büyükse ve gerçekle hayali ayırt edebilen çağlardaysa çocuğunuzu destekleyecek bir üslup ve konuşmayla yalan söylemesinin önüne geçmeyi deneyebilirsiniz. Çocuğunuzu Desteklemek ve Güven Ortamı Sağlamak Öncelikle sizin sakin tavrınızı görmesi ve güvenli bir alanda hissetmesi, çocuğunuzun rahat hissetmesi için önemlidir. Çocuğunuz sizinle durumu paylaşırken de yargılayıcı veya öfkeli bakışlardan ve söylemlerden kaçınmalısınız. Eğer sizle paylaşmaya başladığında kızılacağını anlarsa sizinle bir daha paylaşmasını sağlamak daha da zor olacaktır. Onu destekleyeceğinizi ve korkmaması gerektiğini hissetmelidir. Doğruyu söylediğinde beklediği gibi bir kızma, küsme, cezalandırılma yerine doğruları söylediği için teşekkür ettiğinizde, cesurca davrandığı için takdir ettiğinizde, bundan sonraki süreç için doğruları söylemeye teşvik etmiş olacaksınız. Profesyonel Destek Gerekebilir mi? Tüm bu yaklaşımlarınıza rağmen, çocuğunuzun yalan söyleme alışkanlığı sadece anlık bir durum değil, uzun vadeli bir davranış biçimine dönüşüyorsa ve sosyal hayatında ya da okulda uyum sorunlarına yol açıyorsa, bu durumun altında daha derin duygusal nedenler yatabilir. Kaygı, özgüven eksikliği, travmatik yaşantılar ya da dikkat eksikliği gibi faktörler çocuğun dürüstlükten kaçınmasına neden olabilir. Bu durumda profesyonel bir destek, çocuğunuzun bu davranışını anlamlandırmasına ve daha sağlıklı bir iletişim kurmasına yardımcı olabilir. Sonuç Çocukların yalan söylemesi onların gelişim sürecinin bir parçasıdır. Ebeveynler olarak bu durumu nasıl yönettiğiniz, çocuğunuzun gelecekteki dürüstlük anlayışını şekillendirecektir. Önemli olan sadece doğruları öğrenmek değil, nedenlerini anlamak ve ona doğruluk konusunda rehberlik etmektir. Ceren GÖLE
- Topluluk Önünde Konuşurken Çok Heyecanlanıyorum, Nasıl Aşabilirim?
Sunum Sırasında Yaşanılan Heyecan Elleriniz terliyor, kalbiniz hızla çarpıyor, sanki her an diyeceklerinizi unutacakmışsınız gibi geliyor. Tanıdık geldi mi? Topluluk önünde konuşma yapacak çoğu insanın konuşma öncesi yaşadığı duygu: Heyecan. Bu yazımızda size heyecanınızı nasıl bitirebileceğinizi değil, aslında nasıl kontrol edebileceğinizi anlatacağız. Heyecanlanmak belki de yaşadığınız deneyimlerden ötürü kulağınıza korkunç geliyordur. Belki heyecandan derste/toplantıda söz almaya çekindiniz, mülakatta konuşamadınız, sunum yaparken sesiniz aşırı titredi. Bu nedenle kendinizi kötü hissettiniz, sırtınızdan soğuk terler akmaya başladı ve kelimeleri telaffuz edemediniz. Böyle okuyunca ne kadar da felaket bir duygu gibi geliyor ancak heyecanınızı kontrol etmeyi öğrendiğinizde aslında başarınıza çok büyük bir katkısı olacağından emin olabilirsiniz. Örneğin bir sunum öncesi heyecanlanmanız, o işe bir duygu beslediğinizi gösterir. Aslında sunumdan ziyade; akıcı ve etkili bir sunum gerçekleştirmenizden dolayı hissedeceğiniz başarı hissine karşı bir duygu besliyorsunuz çünkü bu başarı sizi tatmin edecek ve motivasyon sağlayacaktır. Hiçbir heyecan veya kaygı duymadan robotmuşçasına yapılan bir konuşma, size çok sıradan bir olay gibi geldiği için başarı ve motivasyon yükseltme bakımından bir tatmin duygusu uyandırmayacaktır. Bu bakış açısıyla bakıldığında heyecanlı olmanın o kadar da kötü olmadığını ve gayet normal olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu heyecan nasıl başarı sağlayacak, nasıl kontrol edeceğiz? Konuşma yapmadan önce ilk olarak derin bir nefes almak kalp atışlarınızı yavaşlatarak sakinleşmenizi sağlayacaktır. Aynı zamanda beyninize giden oksijenle, beyniniz vücudunuza “her şey yolunda” sinyalini verir ve fark edilir bir rahatlama hissedebilirsiniz. Yüzlerce kez topluluk önünde konuşma yapmış kişiler bile hala konuşma öncesi çok yoğun bir heyecan yaşadıklarını dile getirmenin yanında derin bir nefes alarak konuşmaya başladıklarında, konuşmaya başarılı bir şekilde devam edebildiklerini ifade ederler. Aynı zamanda kendinize zihninizde provalar da yapabilirsiniz. Bu, bir nevi zihinsel alıştırma gibidir. Örneğin, gözlerinizi kapatıp kendinizi bir sınıfta/toplantıda ya da büyük bir sahnede konuşma yaparken hayal edin. O anı en ince detaylarına kadar düşünün: Kimi görüyorsunuz? Sesiniz nasıl çıkıyor? Beden diliniz nasıl? Eğer topluluk önünde sunum yapmanız gerekiyorsa, sunuma ne kadar hazırsanız kendinize olan güveniniz de bir o kadar fazla olacaktır ve heyecanınızı kontrol etmeniz kolaylaşacaktır. Aynada kendi kendinize konuşarak, ses kaydı alarak veya yakın bir arkadaşınıza sunum yaparak pratiğinizi yapabilirsiniz. Heyecanlandığınızda aklınıza gelen olumsuz düşünceler heyecanınızı olumsuz yönde etkileyecektir. “Ya sesim titrerse?”, “Ya kimse beni dinlemezse?”, “Ya cümlemi toparlayamazsam?” gibi düşünceler, aslında tamamen felaket senaryolarıdır. Bunun yerine “ Herkes mükemmel konuşmalar yapmaz, küçük hatalar normaldir.”, “Konuşmamı dikkatle hazırladım ve elimden gelenin en iyisini yapacağım.”, “İnsanlar hata yaptığımda değil, anlatacaklarıma odaklanacaklar.” gibi. Kendinize en uygun sakinleştirici cümleyi bulduğunuzda, heyecanınızı konuşma sonrasında hissedeceğiniz başarıya yönlendirmiş olacaksınız. Herkesin deneyimlediği duyguların farklı olması gibi, heyecanı yaşama şekli ve verilen tepkiler de kişiden kişiye değişir. Değişmeyen tek şey, herkesin kendince o heyecanı her seferinde yaşamasıdır. Önemli olan, bu duyguyu bastırmaya çalışmak değil, onu nasıl yönlendirebileceğinizi öğrenmektir. Heyecanınızı bir engel olarak görmek yerine, onun sizi daha iyi bir performansa hazırlayan doğal bir motivasyon kaynağı olduğunu kabul edebilirsiniz. Küçük adımlarla, nefes teknikleriyle, olumlu düşüncelerle ve pratik yaparak heyecanınızı yönetmeyi öğrendiğinizde, topluluk önünde konuşmak artık gözünüzde büyüttüğünüz bir korku olmaktan çıkarak kendinizi ifade edebildiğiniz keyifli bir deneyime dönüşecektir. Psikoloji Öğrencisi Ceren GÖLE
- Depresyon Belirtileri Nelerdir? Ne Zaman Psikoloğa Başvurmalıyım?
Depresyon Belirtileri | Ne Zaman Psikoloğa Gitmeli? | İzmir Karşıyaka psikolog | Online Psikolog Son zamanlarda kendimi hep yorgun, isteksiz ve mutsuz hissediyorum. Bu geçici mi yoksa depresyonda mıyım? İzmir Karşıyaka’da yaşıyorsanız ya da online psikolojik destek arıyorsanız, bu yazı tam size göre. Keyifli okumalar! Depresyon Nedir? Depresyon; sadece moral bozukluğu ya da “kötü bir gün” değildir. Bazen hiçbir şeyin eskisi gibi tat vermemesi, sabahları yataktan kalkmak istememek ya da sürekli bitkin hissetmek bir işarettir. Depresyon; günlük hayatınızı, ilişkilerinizi ve iş performansınızı etkileyen ciddi bir ruhsal sağlık durumudur. Neyse ki bu durumdan kurtulmak mümkün olabilmektedir. Depresyonun Yaygın Belirtileri Her zamankinden daha fazla üzgün, karamsar ya da umutsuz hissetmek, Günlük işlerin bile zor gelmesi, Eskiden sevdiğiniz şeylere karşı ilgi kaybı, Sürekli yorgunluk, halsizlik, Uyku düzeninde bozulmalar, (çok uyumak ya da hiç uyuyamamak) Değersizlik, suçluluk duyguları, Dikkat dağınıklığı, unutkanlık, Fiziksel şikayetler. (baş ağrısı, mide sorunları vs.) Ne Zaman Psikoloğa Gitmeliyim? Kendinize şu soruları sormayı deneyin: Bu duygular birkaç haftadır geçmedi, neden? Kendimi ifade edecek kimsem yok gibi hissediyorum, bu normal mi? Online terapi işe yarar mı? İzmir Karşıyaka’da iyi bir psikolog nerede bulabilirim? Bu sorular sizi rahatsız ediyorsa, bir uzmanla konuşmak size iyi gelebilir. Online Terapi: Zamanın En Pratik Destek Yolu Artık psikoloğa gitmek için Karşıyaka’da olmanıza gerek yok. Online psikolojik destek sayesinde bulunduğunuz her yerden uzman terapistlere ulaşabilirsiniz. Online psikolojik danışmanlık size nasıl yardımcı olur? Zaman kaybı yaşamadan evinizin konforunda terapi, Sosyal kaygısı olanlar için daha rahat bir başlangıç, İzmir dışında yaşayanlar için Karşıyaka merkezli destek imkanı, Gizlilik, güvenlik ve profesyonellik. İzmir Karşıyaka’da Psikolog Arayanlar İçin Notlar Eğer ''Karşıyaka’da psikolog tavsiyesi'', ''İzmir’de bireysel psikolojik danışmanlık merkezi'', ''İzmir Karşıyaka yetişkin terapisti'' gibi aramalar yapıyorsanız; doğru destek, doğru sorularla başlar. Bir uzmandan danışmanlık almak, hayat kalitenizi ciddi şekilde artırabilir. Sıkça Sorulan Sorular Depresyon testi nasıl yapılır? Uzman psikologlar tarafından yapılan klinik görüşmeler ve bilimsel ölçekler aracılığıyla değerlendirme yapılır. Psikoloğa gitmek için illa depresyonda olmak gerekir mi? Hayır. Stres, kaygı, ilişki sorunları gibi birçok durumda da psikolojik destek almak çok faydalıdır. İzmir’de uygun fiyatlı psikolojik destek alabilir miyim? Evet, alabilirsiniz. Ayrıca online psikolojik danışmanlık da almanız mümkün. 🌱 Hayatınızda daha iyi hissetmek, yeniden denge kurmak ve kendinize alan açmak için ilk adımı bugün atabilirsiniz. Karşıyaka merkezli psikolojik danışmanlık hizmetimiz hem yüz yüze hem de online olarak devam ediyor. Sorularınızı memnuniyetle yanıtlarız. Ücretsiz 15 dakikalık ön görüşme fırsatını kaçırmayın! Kendinizi daha iyi tanımak ve destek almak için hemen randevu alın: https://www.altugpsikoloji.com/service-page/ucretsiz-gorusme?ref=service_list_widget
- İlişkimiz Nereye Gidiyor? Çift Terapisine Dair Merak Edilenler:
Çift Terapisi İzmir & Online Psikolojik Danışmanlık | “İlişkimiz Nereye Gidiyor?” Sorunuza Yanıt Bulun İlişkinizi Anlamaya ve Güçlendirmeye Dair Bir Rehbere İhtiyacınız Var mı? İlişkiler zamanla değişebilir. İlk baştaki heyecan yerini alışkanlıklara bazen de kırgınlıklara bırakabilir. Peki bu dönüşüm ilişkinin bitmesi gerektiğini mi gösterir yoksa güçlenmesi için bir fırsat mı sunar? “İlişkimiz nereye gidiyor?” sorusu birçok çiftin zihninde beliren önemli bir işarettir. Bu yazıda çift terapisinin ne olduğundan, kimler için uygun olduğuna; yüz yüze ve online terapi seçeneklerinden danışmanlık sürecine kadar merak ettiğiniz her soruya yanıt bulacaksınız. Şimdiden keyifli okumalar dilerim! Çift Terapisi Nedir ve Ne Amaçla Yapılır? Çift terapisi; evli, nişanlı, birlikte yaşayan ya da uzun süredir duygusal bir ilişki sürdüren bireylerin yaşadıkları iletişim sorunlarını çözmek, duygusal bağlarını güçlendirmek ve karşılıklı anlayışı artırmak için başvurdukları profesyonel bir psikolojik destek sürecidir. Amaçlar genellikle: İletişim becerilerini geliştirmek, Güven sorunlarını ele almak, Kıskançlık, sadakatsizlik gibi krizleri yönetmek, Tekrarlayan tartışmaların kökenine inmek, Ortak hedefleri yeniden şekillendirmek şeklindedir. Bu süreçte taraflar yalnızca sorunları konuşmakla kalmaz, çözüm yolları da geliştirirler. Çift Terapisine Ne Zaman Başvurmalı? Çoğu çift, terapiye başvurmak için büyük bir kriz yaşamayı bekler. Oysa erken adım atmak ilişkinin iyileşme sürecini kolaylaştırır. Bazı durumlar terapi için birer işarettir: İletişim sorunları sürekli hale geldiyse, Aynı konular tekrar tekrar tartışılıyorsa, Fiziksel ya da duygusal uzaklık hissediliyorsa, Aldatma, güven kırılması gibi travmalar yaşandıysa, Boşanma düşünülüyor ama karar verilemiyorsa. Unutmayın ki sorunlar büyümeden yardım almak, ilişkinin sağlığı açısından çok daha faydalıdır. Terapide Neler Konuşulur? Seanslar Nasıl İlerler? Her çiftin ihtiyacı farklıdır. Bu nedenle seanslar kişiye özel olarak şekillenir. Ancak genellikle ilk görüşmede çiftin öyküsü, beklentileri ve hedefleri dinlenir. Daha sonra danışman eşliğinde karşılıklı dinleme, empati kurma, geçmiş yaraları iyileştirme ve gelecek için plan yapma süreçleri başlar. Çoğunlıkla terapi süreci; değerlendirme, müdahale ve izleme aşamalarında oluşur. Sık konuşulan başlıklar: Günlük yaşamda anlaşmazlıklar Cinsellik ve yakınlık Ebeveynlik rolleri Finansal stresler Geçmiş travmaların etkisi Yüz Yüze ve Online Çift Terapisi Seçenekleri Yaşadığınız şehirde terapiye gelme şansınız varsa yüz yüze görüşmeler tercih edilebiliyor ancak zaman kısıtlaması, şehir dışında yaşamak ya da yurt dışında bulunmak gibi durumlar online terapiyi cazip kılabiliyor. Online terapinin avantajları: Türkiye'nin ya da dünyanın herhangi bir yerinden katılım imkanı Zamandan ve ulaşımdan tasarruf Evinizin konforunda görüşme rahatlığı Terapiler güvenli ve gizliliğe önem veren online platformlar üzerinden yürütülür. Sık Sorulan Sorular: Çift Terapisi Hakkında Merak Ettikleriniz Terapide bir taraf suçlanır mı? Hayır. Terapi yargılama değil, anlamaya dayalı bir süreçtir. Her iki tarafın sesi duyulur. Seanslar ne kadar sürer? Merkezimizde genellikle 60 dakika sürer. Seans sıklığı danışanın ihtiyacına göre belirlenir. İkimiz de aynı anda katılmak zorunda mıyız? Tercihen evet, ancak çoğunlukla bireysel görüşmelerle de başlamayı tercih ediyoruz. Böylece çiftlerin kendilerini daha rahat aktarmaları mümkün oluyor. Online terapi de etkili olur mu? Evet. Özellikle motive olan çiftlerde online seanslar oldukça verimlidir. Ayrıca, çiftler farklı şehirlerde veya ülkelerde bulunuyorsa online terapi burada fazlasıyla olumlu bir süreçte ilerleyebiliyor. İlk görüşme ücretsiz mi? Evet. 15 dakikalık bir ön görüşme ile süreci tanıyabilir, merak ettiklerinizi sorabilirsiniz. Danışanlara Mesaj: İlişkiniz İçin Bugün Bir Adım Atın! Hiçbir ilişki mükemmel değildir, olmak zorunda da değildir. Önemli olan, iki insanın birlikte büyüyebilmesi ve karşılıklı çaba göstermesidir. Eğer siz de ilişkinizi yeniden anlamak, güçlü yönlerinizi keşfetmek ve çözüm yolları geliştirmek istiyorsanız profesyonel destek almaktan çekinmeyin. Yüz yüze İzmir Karşıyaka’da ya da online olarak dünyanın her yerinden terapi sürecine katılabilirsiniz. 15 dakikalık ücretsiz ön görüşme ile ilk adımı atmak elinizde. Unutmayın: Değişim, farkındalıkla başlar. Siz de ilişkinize bu şansı verin. Sevgiyle Kalın.
- Yanlış Bilgi Etkisi (Misinformation Effect)
Misinformation Effect Yanlış Bilgi Etkisi Nedir? Yanlış bilgi etkisi (misinformation effect), insanların bir olay hakkında sonradan edindiği yanlış veya çarpıtılmış bilgilerin hafızalarını değiştirmesi durumudur. Bu fenomen, Elizabeth Loftus ve John Palmer'ın 1974 yılındaki ünlü deneyleriyle kanıtlanmış ve hafızanın mutlak doğruluk taşımadığı gerçeğini ortaya koymuştur. İnsanlar, geçmişte yaşadıkları olaylara dair anılarının sabit olduğunu düşünse de, aslında hafıza dinamik bir yapıya sahiptir ve sonradan gelen bilgilerle değişebilir. Yanlış Bilgi Etkisi Nasıl İşler? Yanlış bilgi etkisi genellikle üç temel süreçle işler: Orijinal Olayın Kaydedilmesi: Kişi bir olayı yaşar ve o anın detaylarını hafızasına kaydeder. Yanlış Bilginin Sunulması: Olaydan sonra kişi, yanlış veya çarpıtılmış bilgiler içeren yeni verilerle karşılaşır. Bu bilgiler, medya, tanıklar veya soruşturmacılar tarafından sağlanabilir. Hafızanın Değişmesi: Zamanla, yanlış bilgiler kişinin hafızasında orijinal anının yerine geçebilir ve kişi, bu yanlış bilgileri gerçekmiş gibi hatırlayabilir. Elizabeth Loftus ve Yanlış Bilgi Etkisi Deneyleri Elizabeth Loftus ve John Palmer’ın 1974 yılında gerçekleştirdiği deney, hafızanın ne kadar kırılgan ve manipüle edilebilir olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Bu deneyde, katılımcılara bir trafik kazası videosu izletilmiş ve sonrasında kazayla ilgili çeşitli şekillerde sorular sorulmuştur. Buradaki amaç, katılımcıların hafızalarındaki bilgilerin, kendilerine sunulan soruların biçimine göre nasıl değişebileceğini test etmektir. Deneyde katılımcılara farklı kelimeler kullanılarak sorular yönlendirilmiştir. Örneğin, Çarpıştı, Vuruldu veya Temas etti gibi kelimelerle kazaya dair hız tahminleri istenmiştir. Bu kelimeler, olayın şiddeti hakkında katılımcıların algılarını etkilemiştir. Çarpıştı kelimesinin kullanıldığı gruptaki katılımcılar, kazanın daha hızlı gerçekleştiğini belirtirken, temas etti kelimesiyle yönlendirilenler daha düşük hızlar tahmin etmişlerdir. Bu durum, kullanılan kelimenin hafızayı nasıl şekillendirdiğini ve olayların yorumlanışını değiştirebileceğini ortaya koymuştur. Daha dikkat çekici olan ise, çarpıştı kelimesiyle yönlendirilen bazı katılımcıların, kazada kırık camlar gördüklerini hatırladıklarını söylemeleridir. Ancak videoda aslında kırık cam yoktu. Bu da, sonradan edinilen yanlış bilgilerin, hafızadaki orijinal verilerle nasıl karışabileceğini ve hatta onları değiştirebileceğini gösteriyor. Bu deney, yanlış bilgi etkisi (misinformation effect) kavramını ortaya koymuş ve hafızanın ne kadar manipüle edilebilir olduğunu kanıtlamıştır. Bu, sadece kişisel hafızalarımız için değil, aynı zamanda hukuki süreçlerde tanık ifadelerinin güvenilirliği için de ciddi bir endişe kaynağı olmuştur. Yanlış Bilgi Etkisinin Hukuki Sonuçları Yanlış bilgi etkisi, özellikle adalet sisteminde büyük riskler taşır. Görgü tanıklarının ifadeleri mahkemelerde önemli deliller olarak kabul edilse de, hafızalarının zamanla değişebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin, bir suç mahallinde tanık olan biri, soruşturma sürecinde yanlış yönlendirilmiş ifadelerle gerçekte olmayan detayları hatırlayabilir ve bu durum masum bir kişinin suçlanmasına neden olabilir. Bu duruma dair en bilinen vakalardan biri, 1984 yılında Jennifer Thompson ve Ronald Cotton olayıdır. Thompson, saldırganının yüzünü aklında tutarak bir şüpheliyi teşhis etti, ancak yıllar sonra DNA kanıtlarıyla gerçek suçlunun başka biri olduğu ortaya çıktı. Thompson'un hafızasının zaman içinde değişmesi ve yanlış yönlendirilmesi nedeniyle Cotton, uzun yıllar masum yere hapis yattı. Benzer şekilde, 1990'lı yıllarda yapılan araştırmalar, polis sorgularında kullanılan yanıltıcı soruların ve medya etkisinin görgü tanıklarının hafızasını büyük ölçüde değiştirebileceğini göstermiştir. İnsanlar, sıkça duydukları yanlış bilgileri, gerçek olaylarla karıştırarak hatırlayabilir. Bu nedenle, adalet sisteminde hafıza güvenilir bir delil olarak değerlendirilirken son derece dikkatli olunmalıdır. Yanlış mahkumiyetleri önlemek için, adli süreçlerde hafızanın doğasına dair bilinçlenmek büyük önem taşır. Yanlış Bilgi Etkisinden Korunma Yolları Hafızamızın manipüle edilmesini önlemek için aşağıdaki yöntemler kullanılabilir: Bağımsız Hafıza Kaynaklarını Kullanmak: Fotoğraflar, videolar veya yazılı belgeler gibi somut kanıtlar, hafızanın bozulmasını önleyebilir. Önyargısız Soru Teknikleri Kullanmak: Özellikle hukuk alanında, soru sorma şekilleri tanıkların hafızalarını etkileyebileceğinden, dikkatli ve tarafsız sorular yöneltilmelidir. Hafıza Güçlendirme Tekniklerini Kullanmak: Olayları not almak veya sesli tekrar etmek gibi yöntemler, anıların daha net kaydedilmesine yardımcı olabilir. Hafızanın Değişken Doğası ve Sonuçları Yanlış bilgi etkisi, hafızamızın mutlak güvenilir olmadığını gösteren önemli bir psikolojik fenomendir. Bu etki, hafızanın zamanla nasıl değişebileceğini ve hatırladığımız şeylerin aslında ne kadar farklı olabileceğini ortaya koymaktadır. Günlük yaşamda, hukuk sisteminde, eğitimde ve medya ile etkileşimde bu etkiyi bilmek, doğru bilgiye ulaşmak açısından kritik bir öneme sahiptir. Özellikle adalet arayışı ve toplumsal bilgi aktarım süreçlerinde, hafızanın ne denli kırılgan ve değişken olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Hafızamızın değişebilir olduğunu kabul ederek, sadece geçmişteki olaylara değil, aynı zamanda mevcut bilgilerimize de daha bilinçli ve eleştirel bir şekilde yaklaşmalıyız. Bu farkındalık, yanıltıcı bilgilere karşı daha dirençli olmamıza ve daha adil bir toplumun inşasına yardımcı olabilir. Psikolog Yunus Öztürk














