top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 228 sonuç bulundu

  • Sosyal Medyanın Zihinsel Sağlık Üzerindeki Etkileri: Gerçeklik ve Kendine Değer

    Günümüzde sosyal medya, milyonlarca insanın günlük yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Ancak, sosyal medyanın zihinsel sağlık üzerindeki etkileri konusu giderek daha fazla tartışma konusu haline gelmektedir. Bu yazımızda sosyal medyanın gerçeklik algısı ve kendine değer üzerindeki etkilerini inceleyeceğiz. Gerçeklik Algısı Sosyal medya, kullanıcılarına fotoğraf filtreleri, mükemmel anlar ve idealize edilmiş yaşamlarla dolu bir dünya sunar. Bu durum, gerçeklik algısını etkileyebilir ve insanları kendi yaşamlarını sürekli olarak karşılaştırmaya yönlendirebilir. Örneğin, "Sosyal medya kullanımının benlik saygısı üzerindeki etkisi" gibi bir konuda yapılan aramalar, sosyal medyanın insanların kendilerini yetersiz hissetmelerine neden olabileceğini göstermektedir. Kendine Değer Sosyal medya platformları, beğeniler, takipçi sayısı ve yorumlar gibi metriklerle ölçülen bir "popülerlik" kavramını teşvik eder. Bu da insanları, kendilerini bu metriklerle değerlendirmeye yönlendirebilir ve kendine değerlerini bu faktörlere bağlı hale getirebilir. Örneğin, "Sosyal medyanın vücut algısı üzerindeki etkisi" gibi bir konuda yapılan aramalar, sosyal medyanın beden imajıyla ilgili olumsuz etkilerini vurgulamaktadır. Kaygı ve Depresyon Sosyal medya, sürekli olarak diğer insanların "mükemmel" yaşamlarını sergilemesiyle kaygı ve depresyon belirtilerini artırabilir. Araştırmalar, sosyal medyada sürekli olarak takip edilen kişilerin, kendilerini daha yalnız, daha mutsuz ve daha az tatmin olmuş hissettiklerini göstermektedir. "Sosyal medyanın zihinsel sağlık üzerindeki etkileri" gibi bir konuda yapılan aramalar, bu konunun popülerliğini ortaya koymaktadır. Sosyal medya, gerçeklik algısı ve kendine değer üzerinde olumsuz etkilere sahip olabilir. Ancak, bu etkiler herkes için aynı da olmayabilir ve kullanıcının sosyal medyayı nasıl kullandığına bağlı olarak değişebilir. Kendi zihinsel sağlığımızı korumak için sosyal medyayı bilinçli bir şekilde kullanmak, gerçeklik algısını sorgulamak ve kendimize değer vermeye odaklanmak önemlidir. Unutmayın, kendi sağlığınızı ve refahınızı her zaman öncelikli tutun!

  • Yaratıcılık Tıkanması: İlham Gelmediğinde Psikoloji Ne Söyler?

    Sessiz Oda, Suskun Nota ve Müzisyen Psikolojisi Bir müzisyen için en korkutucu an, sahnedeki alkışların kesilmesi değil; stüdyoda enstrümanın başına oturup hiçbir şeyin akmamasıdır. Kalemin ucunda sözler donmuş, gitarın telleri sessiz, piyano tuşları renksiz kalır. İşte bu an, sanat dünyasında ''Writer’s Block''  ya da '' Yaratıcılık Tıkanması '' olarak bilinir. Bir psikolog olarak şunu söylemeliyim: Bu tıkanıklık, sanıldığı gibi sadece ilham yoksunluğu değildir. Arka planda kaygı, mükemmeliyetçilik, tükenmişlik hatta kimlik çatışmaları  olabilmektedir. Bu noktada müzik ve psikoloji konusuna derinlemesine inilmelidir. Müzisyenin Zihninde Dönen Sessiz Monologlar Bir şarkı yazarı ya da besteci üretim sürecinde üretim kaygısı çekiyorsa kendini şu cümleleri söylerken bulabilir: Bu şarkı önceki kadar güçlü değil. Dinleyenler beğenmezse ne yaparım? Yıllardır üretiyorum ama artık kimse beni dinlemeyecek. Bir kere zirve yaptım, tekrar edemem. Bu cümleler yalnızca düşünce değildir; aynı zamanda yaratıcılığın önüne örülen görünmez duvarlardır. Psikolojide Yaratıcılık Tıkanmasının Kökleri: Müzikte Yaratıcılık Tıkanması Neden Olabilir? Mükemmeliyetçilik: Kusursuzu Ararken Sessizlik Müzisyenler, tıpkı virtüözlerin her notayı kusursuz çalmak istemesi gibi kendi eserlerinde de mükemmeli arar. Ancak psikolojide bilinir ki mükemmeliyetçilik yaratıcılığı öldürür . Çünkü beyin, hata yapma korkusuyla özgür akışı engeller. Performans Kaygısı: Henüz Doğmamış Şarkının Yargılanması Bir şarkı daha tamamlanmadan müzisyen zihninde seyirciyi oturtur, eleştirmenleri çağırır ve eseri yargılatır. Bu da doğmamış şarkıyı susturur. Kimlik Baskısı: ''Ben Kimim?'' Sorusu Sanatçı kimliği çoğu zaman sahnedeki imajla özdeşleşir. Ancak gerçek ben ile sanatçı ben arasındaki çatışma, yaratıcılığı kısır döngüye sokar. Tükenmişlik: Bitmeyen Turne ve Uykusuz Geceler Müzisyenler çoğu zaman düzensiz uyku, yoğun seyahat, stüdyo maratonu yaşar. Yorgun beden, yorgun zihin demektir. Ve yorgun zihinden yeni melodi çıkmaz. Writer’s Block Nasıl Aşılır: Psikolojinin Çözüm Önerileri 🎼 Akışı Hatırla Mihaly Csikszentmihalyi’nin tanımladığı flow/akış hali , müzisyenin zamansızca kaybolduğu o yaratıcı evredir. Kaygıyı azaltıp oyuna dönüştürdüğünde müzik yeniden akar. 🎹 Küçük Dozlarla Yaratıcılık Bir albüm değil, bir şarkı değil… Sadece 4 dize, sadece 8 ölçü. Beyni büyük hedeflerden küçük oyunlara çekmek tıkanıklığı aşar. 🎸 Bazı Teknik Önerileri Serbest doğaçlama : Enstrümanı aç, kayda bas, ne çıkarsa çıksın. Duyguya odaklanma : ''Bugün hangi duygum ses olmak istiyor?'' sorusu. Sesli günlük : Şarkı sözü yazamıyorsan duygularını sesli kaydet. Sonra o kayıtlardan söz çıkar. Psikolojik Destek ile Yaratıcılığa Yeniden Dokunmak Psikoterapi müzisyene bazı kapılar açar: Kendi iç sesini bulmak:  Kitleye değil, kendine yazmayı öğrenmek. Mükemmeliyetçiliği esnetmek:  Eksik ama gerçek olanı kabullenmek. Kimliği bütünleştirmek:  Sahnedeki sen ile içindeki sen arasında köprü kurmak. Duygusal yükleri boşaltmak:  Kayıplar, öfkeler, yalnızlık… Bunları müzikle yeniden işleyebilmek. 📌Tıkanıklık, Sessizlik Değil Dinlenme Alanıdır! Yaratıcılık tıkanması bir son değil çoğu zaman içsel dönüşüm için davet tir. O sessizliğin içinde bazen yeni bir tarz, yeni bir kimlik, yeni bir dönem doğar. Bir psikolog olarak önerim şudur: Tıkanıklığı yenmek için yalnızca ilhamı beklemeyin. Kendinizi anlamaya, kaygılarınızı çözmeye ve içinizdeki sesi duymaya odaklanın.  Çünkü müzik önce kulağa değil kalbe dokunur. Psikolog Notu: Eğer siz de gitarının başına geçtiğinizde sessizlik duyuyorsanız, defterin boş sayfalarla doluyorsa ya da artık üretemiyorum korkusuyla boğuşuyorsanız yalnız değilsiniz. Bu durum müzisyenliğin bir parçası ama aynı zamanda profesyonel destekle aşılabilecek bir süreçtir. Psikolojik danışmanlık, yaratıcılığını yeniden akışa sokman için size yol gösterebilir. Yaratıcılığınızı yeniden özgür bırakmak için ilk adımı atın. Yaratıcılıkla Kalın.

  • Sosyal Medyada Onay Arayışı: Beğeni, Takipçi ve Özsaygı İlişkisi

    Sosyal Medyada Onay Arayışı Neden Bu Kadar Çok Onay İstiyoruz? Sosyal medya hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Sabah gözümüzü açar açmaz Instagram’a bakıyor, gün içinde Twitter (X), TikTok veya YouTube’da zaman geçiriyor, akşam uyumadan önce yine sosyal medyada dolaşıyoruz. Hepimizin farkında olduğu bir gerçek var: beğeni sayısı, takipçi artışı ve yorumlar artık yalnızca dijital rakamlar değil; aynı zamanda kişisel değerimizin ölçütü haline geldi. Bu yazımda bir psikolog olarak sizlere sosyal medyada onay arayışının psikolojik temelini, özsaygıyla ilişkisini ve uzun vadede ruh sağlığımıza etkilerini anlatacağım. Yazının sonunda ise bu durumdan nasıl çıkabileceğinizi ve profesyonel psikolojik danışmanlık desteğinin neden önemli olduğunu  paylaşacağım. Şimdiden iyi okumalar dilerim! Beğeni ve Takipçi: Modern Dünyanın Görünmez Para Birimi Geçmişte değer görmek için aile, arkadaş çevresi ya da iş yerinden gelen geri bildirimlere ihtiyaç duyarken günümüzde bu işlevi büyük oranda sosyal medya üstleniyor. Beğeniler  → Anlık dopamin patlamaları yaratıyor. Takipçi artışı  → ''Seviliyorum, fark ediliyorum'' hissi sağlıyor. Yorumlar  → Sosyal bağ kurduğumuzu hissettiriyor. Ne var ki bu onay mekanizması dışsal olduğu için geçici bir tatmin sağlıyor. Beğeni sayısı düştüğünde ya da takipçi kaybettiğimizde özsaygımız sarsılabiliyor. Psikolojik İhtiyaçlar ve Sosyal Medya Onayı Sosyal medyada onay arayışı aslında temel psikolojik ihtiyaçlarımızın dijital dünyadaki yansımasıdır: Aidiyet : Bir topluluğa ait olma ve kabul görme isteği. Değer Görme : Yaptıklarımızın takdir edilmesi, fark edilmek. Kontrol : Kendi hayatımız üzerinde söz sahibi olma ve görünürlük kazanma arzusu. Normalde sağlıklı olan bu ihtiyaçlar, sosyal medyada aşırıya kaçtığında bağımlılık davranışına dönüşebilir. Sosyal Karşılaştırma ve Özsaygı Psikolojik araştırmalar, sosyal medyada geçirilen sürenin artmasıyla birlikte sosyal karşılaştırmanın da arttığını gösteriyor. Başkalarının hayatlarını sürekli görerek kendi yaşamımızı daha yetersiz hissedebiliyoruz. Özsaygı, takipçi ve beğeni sayısına bağımlı hale geliyor. Bu durum, özellikle ergenler ve genç yetişkinlerde özgüven düşüklüğü , depresif duygular  ve anksiyete  riskini artırıyor. Özsaygı, içsel kaynaklardan beslendiğinde kalıcıdır. Ancak dışsal onaya dayalı özsaygı kırılgandır ve sürekli dalgalanır. Sosyal Medya Bağımlılığı ve Ruh Sağlığı Onay arayışı arttıkça kişi sosyal medya bağımlılığına sürüklenebilir. Bu durum: Zaman yönetimini bozar. Uyku düzenini olumsuz etkiler. Akademik ve iş performansını düşürür. Yüz yüze ilişkilerde mesafe yaratır. Uzun vadede ise yalnızlık hissini artırır ve bireyin gerçek yaşam doyumunu azaltır. Sağlıklı Kullanım İçin Psikolojik Öneriler Dışsal değil içsel değerleri güçlendirin.  Kendinizi yalnızca beğeni sayısıyla değil; kişisel başarılarınız, ilişkileriniz ve değerleriniz üzerinden değerlendirin. Sosyal medya detoksu yapın.  Belirli günler uygulamayı kapatmak zihinsel olarak rahatlatır. Karşılaştırmayı bırakın.  Herkesin sosyal medyada en iyi anlarını paylaştığını unutmayın. Profesyonel destek alın.  Eğer sosyal medyadan uzaklaştığınızda yoğun huzursuzluk yaşıyor, beğeniler düşünce değersizlik hissediyorsanız bu durum profesyonel bir yardım gerektiriyor olabilir. Onay Değil, Özdeğer: Beğeniler ve takipçiler gelip geçicidir, özsaygınız ise sizinle birlikte kalır. Sağlıklı bir özgüven, başkalarının onayına değil kendinizi olduğunuz haliyle kabul etmenize dayanır. Eğer siz de sosyal medya onayına bağımlı hissediyor, beğeni ve takipçi kaygısı nedeniyle kaygı, özgüven eksikliği veya yalnızlık yaşıyorsanız psikolojik danışmanlık alarak bu durumu bir uzman ile değerlendirip döngünüzü kırmaya başlayabilirsiniz. Sağlıkla Kalın.

  • Tebdili Mekânda Ferahlık Var mıdır?

    ''Tebdili mekânda ferahlık vardır.'' Halk arasında sıkça duyduğumuz bu söz, aslında insan doğasına dair çok derin bir hakikati işaret eder. Mekân değişikliğinin ruha iyi geldiğini, insanın bulunduğu yerden uzaklaştığında bir tür hafiflik hissettiğini anlatır. Psikolojiye yakından baktığımızda bu sözün hem bilimsel hem de varoluşsal açıdan karşılık bulduğunu görmek mümkündür. Fiziksel Mekânın Psikolojiye Etkisi İnsan beyni tekrar eden uyaranlara alışır. Sürekli aynı duvarlara bakmak, aynı yolda yürümek ya da aynı masada oturmak beynimizi bir süre sonra otomatik pilot a geçirir. Bu durum güvenlidir ama aynı zamanda farkındalığı ve canlılığı azaltır. Yeni bir mekâna girmek, farklı bir manzaraya bakmak ya da alışılmışın dışında bir yerde bulunmak beynin ödül sistemini harekete geçirir. Dopamin salınımı artar, bu da kişide motivasyon ve tazelenme duygusu yaratır. Kısacası, mekân değişikliği sadece gözümüze değil, beynimize de iyi gelir. Zihinsel Mekân: Asıl Ferahlık İçerde Fakat işin sadece dışsal boyutu yoktur. Çünkü nereye gidersek gidelim zihnimizi de yanımızda taşırız. Eğer kaygılarımız, çözümlenmemiş meselelerimiz, kendimize dair ağır yargılarımız varsa; deniz kenarında dağlara bakarken bile içimiz sıkışabilir. Uzaklaştığımızda bir an için hafifler, döndüğümüzde aynı sorunlarla yüzleşmeye devam ederiz. Psikolojik açıdan bakıldığında, asıl tebdil yani değişim, zihinsel alanda gerçekleştiğinde kalıcı bir ferahlık ortaya çıkar. • Düşünce kalıplarımızı sorgulamak, • Kendimize yüklediğimiz ağır sorumlulukları hafifletmek, • Olaylara yeni bir bakış açısıyla yaklaşmak… İç dünyamızda açtığımız her yeni pencere, dışarıda değiştirdiğimiz mekândan daha büyük bir özgürlük yaratır. Sosyal Çevre: İnsanlarla Değişim Mekân sadece duvarlardan ibaret değildir; çevremizi oluşturan insanlardan da oluşur. Hep aynı kişilerle, aynı konuları konuşmak da bir tür mekân sıkışması dır. Farklı insanlarla tanışmak, yeni bir bakış açısına şahit olmak, ruhumuzu tazeler. Psikoterapi sürecinde de danışanlar çoğu zaman '' ilk kez biri beni farklı bir yerden gördü '' diyerek rahatlama yaşar. Çünkü bazen ferahlık başka bir gözün bizi farklı bir mekânda konumlandırmasıyla da gelir. Varoluşsal Boyut: Kendini Yeniden Tanımlamak Mekân değişikliği sadece fiziksel bir hareket değildir. İnsan yeni bir yerde bulunduğunda kendi kimliğini de yeniden sorgulamaya başlar. Taşınmak, seyahat etmek ya da sadece odanın düzenini değiştirmek bile '' Ben kimim? Nerede duruyorum? Nasıl yaşamak istiyorum? '' sorularını yeniden gündeme getirir. Bu yönüyle tebdili mekân aynı zamanda kendini yeniden inşa etmenin bir metaforudur. İç ve Dış Dünyada Ferahlık Evet, tebdili mekânda ferahlık vardır. Ancak bu ferahlık iki boyutludur: • Dışarıda: Fiziksel mekânı değiştirerek yeni uyaranlarla ruhu tazelemek. • İçeride: Düşünce kalıplarını esneterek zihinsel ferahlığa ulaşmak. En sağlıklı olan, bu iki değişimin birbirini tamamlamasıdır. Bazen dışarıda yeni bir yol yürümek, içeride yeni bir düşüncenin kapısını aralar. Bazen de zihnimizde açtığımız bir pencere, bulunduğumuz odayı bambaşka bir mekâna dönüştürür. Gerçek ferahlık, mekânla birlikte bakış açımızı da değiştirdiğimizde ortaya çıkar.

  • Film Analizi: Gerald’s Game (Oyun)

    Gerald’s Game (Oyun) Yapım Ekibi ve Film Bilgileri Orijinal adı:  Gerald’s Game Tür:  Psikolojik gerilim, dram, korku Yönetmen:  Mike Flanagan ( The Haunting of Hill House, Doctor Sleep ) Senaryo:  Mike Flanagan & Jeff Howard Yapımcı:  Trevor Macy Müzik:  The Newton Brothers (kasvetli atmosferi pekiştiriyor) Görüntü Yönetmeni:  Michael Fimognari (ışık ve gölge oyunlarıyla tek mekan gerilimini başarıyla yansıtıyor) Oyuncular: Carla Gugino (Jessie) Bruce Greenwood (Gerald) Carel Struycken (Moonlight Man) Yayın tarihi:  29 Eylül 2017, Netflix Gerald’s Game (Oyun) Giriş — Bu Film Neden Önemli? Stephen King uyarlamaları sinema tarihinde her zaman özel bir yere sahip olmuştur. The Shining ’den It ’e kadar pek çok film, King’in karanlık hayal gücünü beyaz perdeye taşımıştır. Ancak Gerald’s Game (Oyun) , bu uyarlamalar arasında farklı bir yerde durur. Çünkü film, korkunun büyük canavarlardan ya da doğaüstü güçlerden değil insan zihninin kendi karanlık köşelerinden doğabileceğini gösterir. Mike Flanagan’ın 2017’de Netflix için yönettiği bu film; neredeyse tamamen tek bir odada, tek bir karakterin üzerine kuruludur. Bu açıdan sinemada nadir görülen bir cesaret örneğidir. Jessie karakterinin fiziksel olarak bir yatağa kelepçelenmesi aslında onun zihinsel kelepçelerinin de açığa çıkmasına neden olur. İzleyici olarak yalnızca gerilim yaşamaz aynı zamanda insan zihninin bastırılmış anılarla, utançla ve çaresizlikle nasıl baş etmeye çalıştığını da seyrederiz. Bir psikolog gözüyle bakıldığında film, travmanın temsili, dissosiyasyon, utanç ve suçluluk duyguları  ile özneleşme süreci  üzerine çok değerli ipuçları sunar. Bir film izleyicisi gözüyle ise minimal mekanda yaratılan yoğun atmosferi ve Carla Gugino’nun olağanüstü performansını görmek sinemanın gücünü yeniden hatırlatır. Gerald’s Game (Oyun) Gerald’s Game (Oyun) Konu Özeti Jessie ve kocası Gerald, evliliklerini canlandırmak için göl kenarında ıssız bir eve giderler. Gerald’ın cinsel oyun fantezisi sırasında Jessie’yi yatağa kelepçelemesiyle başlayan sahne kısa sürede korkunç bir hal alır. Gerald kalp krizi geçirip ölür ve Jessie yatağa kelepçeli şekilde tek başına kalır. Zaman ilerledikçe sadece fiziksel açlık, susuzluk ve filmin başından beri gördüğümüz aç köpeğin tehditkar varlığı değil; Jessie’nin zihni de onu kuşatmaya başlar. Çocuklukta yaşadığı taciz, bastırdığı anılar ve utanç duygusu bir bir yüzeye çıkar. Jessie’nin zihninde canlanan Gerald’ın hayali, kendi iç sesi ve ürkütücü Moonlight Man figürü, onun içsel mücadelesini sembolize eder. Film, Jessie’nin yalnızca fiziksel olarak hayatta kalma çabasını değil aynı zamanda psikolojik anlamda geçmişiyle yüzleşmesini, zincirlerini kırmasını ve kendi hikayesini yeniden yazmasını anlatır. Gerald’s Game (Oyun) Psikolojik Bakış Travma ve Bastırılmış Anılar Filmde Jessie’nin çocukluğunda yaşadığı istismar, yıllarca bastırılmıştır. Ancak kriz anında bu anılar birdenbire açığa çıkar. Bu durum travmanın doğasına uygundur: Beyin, hayatta kalabilmek için bazı anıları bilinçten uzaklaştırır fakat tetikleyici bir olay yaşandığında bu bastırılmış içerikler güçlü biçimde geri döner. Jessie’nin kelepçeleri aslında travmalarının görünmez zincirlerini de simgeler. Dissosiyasyon ve İçsel Diyalog Jessie’nin hayali olarak Gerald ile konuşması ve kendiyle tartışması, dissosiyatif bir savunma mekanizmasının yansıması olabilir. İnsan zihni yoğun stres altında bulanıklaşabilir ve farklı sesler devreye girebilir. Bu sesler bazen benliğin farklı yönlerini temsil eder; güç, çaresizlik, suçluluk ya da umut. Filmde bu durum çok başarılı şekilde görselleştirilmiştir. Utanç ve Suçluluk Döngüsü Travma mağdurlarının en sık yaşadığı duygulardan biri, '' Bu benim suçumdu '' düşüncesidir. Jessie de yıllarca sessiz kaldığı için kendini suçlar. Oysa terapi literatürü bize gösteriyor ki sessizlik mağdurun değil çevrenin sorumluluğudur. Film, bu içsel suçluluk ve utanç duygusunu seyircinin hissetmesine izin verir. Gerçeklik ile Halüsinasyon Arasındaki Çizgi Moonlight Man karakteri, bir yandan Jessie’nin zihnindeki ölüm korkusunun bedenleşmiş hali, diğer yandan ise gerçek bir tehdit olarak kurgulanmıştır. Bu bulanıklık, travmanın gerçeklik algısını nasıl bozabileceğini göstermesi açısından önemlidir. İzleyici, tıpkı Jessie gibi hangi sahnenin gerçek hangisinin zihinsel olduğunu ayırt etmekte zorlanır. Güçsüzlükten Özerkliğe Geçiş Film, Jessie’nin kurban konumundan çıkıp özneleşme sürecini merkezine alır. Başlangıçta tamamen edilgen ve çaresizdir ama filmin sonunda hem fiziksel zincirlerini hem de zihinsel zincirlerini kırar. Bu durum travma sonrası büyümenin sinemadaki güçlü bir temsilidir. Özellikle filmin sonundaki ''Hatırladığımdan çok daha küçükmüşsün.'' cümlesi bunun en iyi ifadesidir diyebilirim. Gerald’s Game (Oyun) Sinematografi ve Yönetmenlik Tek mekan kullanımı:  İzleyiciye yoğun bir klostrofobi hissi verebilir. Kamera açıları:  Yakın planlar Jessie’nin içsel sıkışmışlığını görselleştirmektedir. Işık ve renk:  Soğuk ve doğal tonlar, hikayenin sertliğini desteklemektedir. Ses tasarımı:  Sessizlik, nefes sesleri, kalp atışları gerilimi yükseltmektedir. Kurgu:  Zihinsel tekrarlar ve anı döngüleriyle tempoyu canlı tutmaktadır. Gerald’s Game (Oyun) Neden İzlenmeli? Gerald’s Game , yalnızca bir gerilim filmi değil aynı zamanda travmaların, utancın ve bastırılmış anıların sinemadaki güçlü bir temsilidir. İzleyiciye şu soruları sordurur: Travma nasıl bedenleşir? Utanç insanı nasıl kelepçeler? Özgürleşme sadece zincirleri kırmak mı yoksa geçmişin yükünü boşaltmak mı? Cevapları doğrudan vermez ama düşündürür. Bu da filmi değerli kılar.

  • Film Analizi: The White Ribbon (Beyaz Bant)

    Michael Haneke’nin 2009 yapımı The White Ribbon (Das weiße Band)  filmi, Cannes’da Altın Palmiye kazanmış, modern sinema tarihinin en güçlü ve sarsıcı yapıtlarından biridir. Siyah–beyaz atmosferi, karanlık hikayesi ve psikolojik alt metinleriyle film, yalnızca bir dönem dramı değil; insan doğasının, çocukluk travmalarının ve toplumsal baskının sinemadaki en çarpıcı yansımalarından biri olarak kabul edilir. Yapım Süreci ve Sinematografi Yönetmen:  Michael Haneke Yapım Yılı:  2009 Ülke:  Almanya – Avusturya – Fransa ortak yapımı Ödüller:  2009 Cannes Film Festivali Altın Palmiye, Avrupa Film Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Yönetmen, Oscar adaylığı. Görüntü Yönetmeni:  Christian Berger, Haneke’nin sadeliğini yansıtan siyah–beyaz yüksek kontrastlı görüntü  tekniğini kullandı. Haneke, izleyiciye tarihsel bir dönem filmi değil neredeyse belgesel soğukluğunda bir toplumsal deney sunar. Siyah–beyaz çekim, yalnızca dönem atmosferi kurmakla kalmaz; iyi–kötü, masumiyet–suç gibi keskin ikilikleri de görsel bir metafora dönüştürür. Oyuncular ve Karakterler Filmde profesyonel olmayan genç oyuncularla birlikte tecrübeli isimler yer alır. Ulrich Tukur:  Barut gibi otoriter Baron. Burghart Klaußner:  Köyün rahibi; disiplin ve baskının simgesi. Rainer Bock:  Doktor; ikiyüzlü, baskıcı figür. Leonie Benesch:  Masumiyet ve saf aşkın simgesi Eva. Christian Friedel:  Genç öğretmen, anlatıcı ve filmdeki tek tanık. Her karakter, köydeki otorite–itaat–baskı üçgeninin farklı bir temsilidir. Filme Kısa Bir Bakış 1913 yılında, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Almanya’nın küçük bir Protestan köyünde geçen hikaye, bir dizi esrarengiz ve şiddet dolu olayla  başlar: doktorun atının düşmesi, bir kadının intiharı, işçilerin kazaları, sakat bırakılan çocuklar. Fail asla bulunmaz. Köyde gerilim büyür. Köyün öğretmeni hem bu olayların tanığı hem de anlatıcısıdır. Çocuklar üzerinde uygulanan sert dini ve ahlaki disiplin, onların içinde bastırılmış öfke ve şiddet duygularını açığa çıkarır. Beyaz bant , masumiyeti ve saflığı simgeler görünse de aslında baskıcı bir disiplin aracıdır. Film, kötülüğün nasıl doğduğunu, toplumsal baskının çocuk ruhunda nasıl birikerek ileride totaliter bir nesil yarattığını gösterir. Temalar ve Detaylı İnceleme Disiplin ve Baskı: Rahibin çocuklarına taktığı beyaz bant, dışarıdan masumiyetin sembolü gibi görünse de aslında kontrol ve cezalandırma aracıdır . Çocuklar hata yaptıkça utandırılır, aşağılanır ve şiddet görürler. Kötülüğün Kökeni: Haneke, kötülüğün doğuştan mı geldiğini yoksa yetiştirilme biçiminden mi kaynaklandığını sorgular. Filmdeki şiddet olaylarının ardında çocukların bastırılmış öfkesi  vardır. Bu da psikolojik olarak baskılanan duyguların patolojik dışavurumu olarak tanımlanabilir. Sessizlik ve Suç Ortaklığı: Köyde kimse gerçeği söylemez, suçlular gizlenir. Bu da kolektif suskunluk mekanizmasıdır. Toplumun tüm bireyleri sessiz kalarak suça ortak olur. Totalitarizme Zemin: 1913 Almanya’sında büyüyen bu çocukların ileride Nazizme katılacak kuşak olacağına dair güçlü bir alt metin vardır. Film, aynı zamanda psikopolitik bir alegori niteliğindedir. Psikolojik Analiz 1. Çocukluk Travmaları Filmde çocuklar sürekli aşağılanır, dövülür ve utandırılır. Bu, otoriter ebeveyn tutumlarının  yol açtığı klasik bir travma döngüsüdür. Bağlanma sorunları : Rahibin çocukları sürekli korku ve suçluluk içinde büyür. Öfke patlamaları : Gizli şiddet olaylarının faili oldukları ima edilir. 2. Bastırılmış Duyguların Patolojisi Psikolojik açıdan, film bastırma savunma mekanizmasının en karanlık örneklerini gösterir. Çocukların bilinçaltına itilmiş öfke, saldırganlık ve sadistik davranışlarla  ortaya çıkar. 3. Kolektif Suçluluk Toplumsal ölçekte film, kolektif travma  ve kolektif suçluluk  kavramlarını işler. Sessizlik, herkesin suç ortağı olduğu bir kültür yaratır. Bu da daha sonra Nazi ideolojisine duyulan toplumsal itaat ile paralellik taşır. 4. Aile ve Dini Otoritenin Psikolojisi Baba figürü: Katı, cezalandırıcı, duygusuz. Anne figürü: Sessiz, edilgen, çoğu zaman görmezden gelen. Bu yapı, çocukların bireysel kimlik gelişimini boğar. 5. Öğretmen Figürü Öğretmen, filmdeki tek insancıl karakterdir. Ancak onun da çaresizliği, toplumsal yapının ne kadar güçlü olduğunu gösterir. The White Ribbon , sadece bir dönem filmi değil aynı zamanda çocukluk travmalarının, baskıcı ebeveynliğin ve kolektif suçun psikolojik kökenlerini gösteren bir laboratuvar filmi dir. Haneke, izleyiciye yanıt vermez; sadece sorular sorar: Kötülük nerede başlar? Çocuklukta bastırılan şiddet, toplumsal felaketlere nasıl dönüşür? Sessizlik, en büyük suç ortaklığı mıdır? Son söz olarak söyleyebiliriz ki; Beyaz Bant, 20. yüzyıl Almanya’sında çocukluğun masumiyetini değil onun toplum tarafından şekillenmiş bir yansımayı sunduğunu gözler önüne serer. Filmde disiplinsiz bir sevgi eksikliği, baskıcı otorite ve katı toplumsal düzen, çocukların ruhunda derin izler bırakır. Beyaz bant sembolü, bu masumiyet algısını sorgulamayı akılda bırakır. Bu anlatımıyla Beyaz Bant, sadece tarihi bir drama değil; bugün hala geçerliliğini koruyan toplumsal bir eleştiridir. Masum görünen bir beyaz bant bile, aslında baskının ve şiddetin sembolü olabilir.

  • Tükenmişlik Sendromu: Nasıl Anlaşılır ve Nasıl Aşılır?

    "Sürekli yorgunum, hiçbir şey yapmak istemiyorum, ama durmak da elimden gelmiyor." Bu cümle, size tanıdık mı geliyor? Modern yaşam, özellikle de yoğun iş temposu, yüksek beklentiler ve dijital çağın bitmek bilmeyen uyarıcıları derken pek çok insan fiziksel değil, psikolojik bir tükenme yaşıyor. Adı da: Tükenmişlik Sendromu. Tükenmişlik Sendromu Nedir? Tükenmişlik sendromu (burnout), uzun süreli stresin ve aşırı yüklenmenin sonucu olarak ortaya çıkan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir çöküştür. İlk kez 1970’lerde psikolog Herbert Freudenberger tarafından tanımlanmıştır ve zamanla tüm meslek gruplarında görülen yaygın bir durum olduğu anlaşılmıştır. Tükenmişlik Sendromu Belirtileri Nelerdir? Tükenmişlik sendromu, yavaş yavaş ve fark edilmeden gelişir. Genellikle üç ana boyutta kendini gösterir: 1. Duygusal Tükenme Sürekli yorgun ve bitkin hissetme Sabahları uyanmakta zorlanma Enerji kaybı, motivasyon eksikliği 2. İş ve Yaşamdan Uzaklaşma İşe karşı ilgisizlik veya nefret Yapılan işi anlamsız bulma Sosyal hayattan geri çekilme, insanlardan uzaklaşma 3. Başarı Duygusunda Azalma “Yeterince iyi değilim” düşüncesi Yapılan işin değerini küçümseme Verimliliğin düşmesi Tükenmişlik Sendromuna Neler Sebep Olur? Uzun saatler boyunca dinlenmeden çalışmak Mükemmeliyetçilik ve kendinden sürekli daha fazlasını beklemek İş yerinde takdir edilmemek ya da değersiz hissetmek Kişisel hayatla iş hayatı arasında dengenin bozulması Duygusal destek eksikliği Tükenmişlik genellikle "çok çalışmak" değil, sürekli baskı altında olmak ve bu stresi boşaltacak bir alan bulamamak ile ilgilidir. Tükenmişlik Sendromu ile Depresyon Aynı Şey mi? Hayır, ancak birbirine çok benzeyebilirler. Tükenmişlik sendromu daha çok işle bağlantılıdır, depresyon ise hayatın tüm alanlarını kapsayabilir.Ancak tedavi edilmezse tükenmişlik sendromu zamanla depresyona dönüşebilir. Tükenmişlik Sendromu Nasıl Aşılır? 1. Dur ve Fark Et Tükenmişlik sendromunun ilk adımı farkındalıktır. Bu halin geçici bir yorgunluk değil, ciddi bir uyarı olduğunu kabul etmek gerekir. 2. Kendine Zaman Ayır Gün içinde kısa molalar ver Telefonu sessize al, mailini kapat, birkaç dakika sadece nefes al Dinlenmeyi hak ettiğini unutma: Dinlenmek tembellik değil, yenilenmedir. 3. İş-Yaşam Dengesini Gözden Geçir Hayır demeyi öğren Mesai saatlerinin dışına taşan işler için sınırlar koy Hobilerine ve sosyal yaşantına yeniden yer aç 4. Destek Al Bir terapist ya da danışmanla görüşmek, bu süreci daha sağlıklı bir şekilde yönetmene yardımcı olur. Ayrıca güvendiğin insanlarla duygularını paylaşmak da iyileştirici bir etki yaratır. 5. Kendinle Daha Şefkatli Konuş “Yetiştiremezsem biterim” yerine “Elimden geleni yapıyorum” demeyi dene Kendini başkalarıyla kıyaslamak yerine kendi ilerlemeni gör Tükenmişlik Zayıflık Değildir Tükenmişlik, yalnızca "dayanamamak" değil, sürekli dayanmak zorunda kalmanın bir sonucudur. Zamanında fark edilirse değiştirilebilir, aşılabilir ve kişinin kendisiyle daha sağlıklı bir ilişki kurması sağlanabilir. Psikolog Yunus Öztürk

  • Film Analizi: Bizimle Başladı Bizimle Bitti (It Ends With Us)

    Yapım Hakkında Colleen Hoover’ın 2016’da yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan It Ends With Us  ( Bizimle Başladı Bizimle Bitti ), 2024 yılında beyaz perdede izleyiciyle buluştu. Filmin yönetmen koltuğunda Justin Baldoni  otururken senaryoyu Christy Hall  kaleme aldı. Başroller:  Blake Lively (Lily Bloom), Justin Baldoni (Ryle Kincaid), Brandon Sklenar (Atlas Corrigan) Yapımcılar:  Wayfarer Studios ve Sony Pictures Müzik:  Emmy ödüllü besteci Stephanie Economou Sanat Yönetimi:  Russell Barnes Bütçe ve Gişe:  25 milyon dolara çekilen film, dünya çapında 350 milyon doları aşarak büyük bir ticari başarı yakaladı. Film çekimleri 2023 yılında başlamış, grevler nedeniyle bir süre ertelenmiş, 2024 başında tamamlanmıştır. Görsel tasarımda özellikle Lily’nin çiçekçi dükkanı ve Ryle’ın sert, düzenli yaşam alanı arasındaki kontrast dikkat çekiyor. Filmin Konusu Bizimle Başladı Bizimle Bitti, Lily Bloom’un çocukluk travmalarının izleriyle sağlıksız bir ilişki döngüsünü fark edişini ve bu döngüyü kızının geleceği için cesurca kırışını anlatan bir romantik dramdır. Başkahraman Lily Bloom , babasının cenazesiyle açılan filmde, geçmişinde gördüğü aile içi şiddetin izlerini taşımaktadır. Yeni bir hayat kurmak isteyen Lily, Boston’a taşınır ve kendi çiçekçi dükkanını açar. Burada başarılı bir beyin cerrahı olan Ryle Kincaid  ile tanışır. Ryle ilk bakışta karizmatik, zeki ve tutkulu biridir. Ancak zamanla öfke kontrol problemleri ve şiddete eğilimi ortaya çıkar. Lily, annesinin yaşadığı acıların kendi hayatında tekrarlandığını fark eder. Bu süreçte geçmişten gelen ilk aşkı Atlas Corrigan  yeniden hayatına girer. Atlas, Lily için güven ve sevginin şefkatli halini temsil eder. Onun varlığı Lily’nin kendi değerini hatırlamasına ve sağlıksız ilişki döngüsünü sorgulamasına neden olur. Sonunda Lily, en zor kararı vererek Ryle’dan boşanır. Kızına bakarak söylediği söz filmin ana mesajıdır: ''It ends with us.'' – ''Bu bizimle bitiyor.'' Yani şiddetin nesiller boyu aktarılan döngüsü, Lily’nin cesaretiyle son bulur. Psikolojik Analiz 🔹 1. Travmatik Tekrar Lily’nin çocuklukta tanık olduğu şiddet, yetişkinlikte seçimlerini etkilemiştir. Psikolojide bu durum travmatik tekrar olarak bilinir: birey, farkında olmadan çocuklukta gördüğü ilişkileri yeniden yaşamaya eğilimlidir. 🔹 2. Şiddet Döngüsü Ryle’ın davranışları, şiddet döngüsünü net bir şekilde yansıtır: öfke patlaması → şiddet → pişmanlık ve özür → kısa süreli balayı dönemi → tekrar şiddet. Bu döngü, mağdurun ilişkide kalmasına yol açar. 🔹 3. Güvenli Bağlanma – Atlas’ın Rolü Atlas karakteri, güvenli bağlanmayı ve sağlıklı sevgiyi temsil eder. Lily’nin hayatına yeniden girişi onun sağlıklı ilişkiyle toksik ilişki arasındaki farkı görmesini sağlar. Psikolojik açıdan Atlas, destekleyici figürdür. 🔹 4. Özsaygı ve Güçlenme Lily’nin boşanma kararı, özsaygısının ve kendilik değerinin yeniden inşasını temsil eder. Bu durum psikolojide güçlenme sürecidir. Psikolojik danışmanlık sürecinde ise danışanın kendi hayatının öznesi olması iyi olma durumunun temel adımıdır. Benzer Durumları Yaşayanlar İçin Şiddeti Asla Normalleştirmeyin:  Sevgi, şiddetle yan yana gelemez. Destek Alın:  Psikolojik danışmanlık, destek grupları veya güvenilir bir sosyal çevre, yaşananları objektif görmenize yardımcı olur. Sınırlarınızı Belirleyin:  “Hayır” demek, kendinizi korumanın en güçlü yoludur. Döngüyü Kırın:  Lily’nin dediği gibi: '' Bu bizimle bitiyor.'' Cesur kararlar, gelecek nesillerin aynı travmaları yaşamamasını sağlar. Bizimle Başladı Bizimle Bitti , sadece bir aşk hikayesi değildir; şiddetin gölgesinde büyüyen travmaların, yeniden üretilen döngülerin ve sonunda bu döngüyü kırmak için gösterilen cesaretin hikayesidir. Psikolog gözüyle bakıldığında film, gerçek hayatta birçok kişinin yaşadığı sorunlara ayna tutar. Bu film bize şunu hatırlatır: Travma bir kader değildir. Döngüleri kırmak ve yeni bir gelecek kurmak mümkündür.

  • Topluluk Önünde Konuşurken Heyecanımı Nasıl Yenebilirim?

    Topluluk önünde konuşmak en yaygın korkulardan biri olarak kabul ediliyor. Avuç içlerinin terlemesi, kalp atışlarının hızlanması, kelimelerin boğaza düğümlenmesi... Tanıdık geldi mi? Yalnız değilsiniz. Doğru yöntemlerle bu korkuyu yenmek gayet mümkün. Hazırlık Yapın Hiçbir şey sizi, iyi bir hazırlık kadar güvenli hissettiremez. Konuşmanızın giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini netleştirin. Ne söyleyeceğinizi bilmek, belirsizliği ortadan kaldırır ve kaygıyı azaltır. Prova yapın; yüksek sesle, aynanın karşısında ya da bir arkadaşınıza anlatın. Hatta kaydedip tekrar dinlemek hem ses tonunuzu hem de telaffuzunuzu geliştirmenize yardımcı olur. Unutmayın: Heyecan genellikle belirsizlikten beslenir. Konuya hakim olun Yüzeysel bilgi, sorular karşısında tedirginliğe yol açabilir. Konuya hakimseniz, kendinizi daha rahat hissedersiniz. Dinleyicilerin soru sorma ihtimali sizi korkutmaz, aksine iletişim kurmak için bir fırsat olur. Derinlemesine bilgi, sizin özgüveninizi artırır ve beden dilinize yansır. Nefes Egzersizi Yapın Heyecanlandığımızda vücudumuz, savaş ya da kaç moduna geçer. Bu da nefes alışverişimizin hızlanmasına ve kalp atışlarımızın artmasına neden olur. Bilinçli bir şekilde nefes kontrolü yaparsanız, vücudunuza, güvendeyim sinyali verirsiniz. Bu konuda etkili bir teknik: 4-4-4-4 yöntemi (4 saniye nefes al, 4 saniye tut, 4 saniyede ver, 4 saniye bekle). Konuşmadan hemen önce bu egzersizi yapmak zihninizi ve bedeninizi sakinleştirir. Küçük Bir Dinleyiciyle Başlayın Büyük kalabalıklar göz korkutabilir. Bu yüzden ilk adımı daha az sayıda insanın olduğu bir ortamda atmak güven vericidir. Arkadaş ortamları, sınıf içi sunumlar ya da küçük ekip toplantıları gibi daha samimi alanlarda pratik yapmak, kendinize güveninizi artırır. Böylece aşama aşama daha büyük gruplara hitap etmeye başlayabilirsiniz. Olumsuz Düşünceleri Dönüştürün Zihnimiz bazen bize oyun oynar. “Ya konuşmayı unutursam?”, “Kelimeler boğazıma düğümlenirse?”, “İnsanlar beni yargılarsa?” gibi düşünceler sizi sabote eder. Bu düşünceleri fark edip onları yeniden çerçevelemek gerekir. Örneğin: "Herkes beni yargılayacak." yerine "Herkes aynı deneyimi yaşıyor. Bu bir öğrenme süreci." Pozitif iç konuşmalar, özgüveninizi artırır ve sizi daha güçlü kılar. Beden Dilinizle Güçlü Görünün Vücudun duruşu, zihinsel durumu doğrudan etkiler. Psikolog Amy Cuddy’nin “Power Pose” çalışmaları, dik durmanın bile kendinize güveni artırdığını gösteriyor. Kambur durmak yerine omuzları geride tutmak, yere sağlam basmak, açık el hareketleriyle konuşmak hem sizi daha ikna edici yapar hem de kendinizi güçlü hissettirir. Göz Teması Kurun Bütün salona bakmak yerine, dostça görünen birkaç kişiye sırayla göz teması kurmak sizi daha rahat hissettirir. Dinleyicinizle birebir konuşuyormuş hissi verir. Bu etkileşim, konuşmanızın samimiyetini artırır. Ayrıca dinleyiciden gelen gülümseme, baş sallama gibi olumlu tepkiler, sizin daha motive olmanızı sağlar. Kusursuz Olmak Zorunda Değilsiniz Konuşmalarınızda küçük sürçmeler olabilir. Takılmak, kelime unutmak ya da bir cümleyi tekrar etmek dünyanın sonu değil. Aksine, bu gibi durumlar konuşmanızı daha insani yapar. Dinleyiciler, mükemmel değil samimi konuşmaları daha çok sever. Kendinize hata yapma izni verin. Hataları doğal karşılayın ve devam edin. Deneyim Topluluk önünde konuşmak da tıpkı bisiklet sürmek gibidir: Ne kadar çok yaparsanız, o kadar ustalaşırsınız. İlk başlarda heyecan doğaldır ama her deneyim sizi daha iyiye götürür. Zamanla, konuşmaya başlamadan önce hissettiğiniz o heyecan bile yerini tatlı bir motivasyona bırakır. Topluluk önünde konuşma korkusunu tamamen yok etmek gerekmiyor. Asıl amaç, bu heyecanı kontrol edilebilir bir seviyeye indirmek. Unutmayın her büyük konuşmacı da bir zamanlar titreyen bir sesle başlamıştı. Psikolog Yunus Öztürk

  • Mühendislerde Tükenmişlik ve Olası Psikolojik Sorunlar

    Sağlam Köprüler, Yorgun Ruhlar Mühendislik, teknik bilgi ve yetkinliğin ötesinde yüksek zihinsel dayanıklılık ve sürekli odaklanma gerektiren bir meslektir. Günümüzde teknolojinin hızla gelişmesi, karmaşık projeler ve artan rekabet ortamı mühendislerin iş yükünü ciddi biçimde artırmıştır. Bu ağır koşullar altında mühendislerin ruh sağlığı genellikle geri planda kalır ve ortaya çıkan sorunlar uzun süre fark edilmez ancak psikolojik yıpranma; üretkenliği ve iş kalitesini etkilediği gibi uzun vadede ciddi yaşam kalitesi sorunlarına yol açabilir. Tükenmişlik Tükenmişlik, kronik iş stresinin bir sonucudur ve duygusal, zihinsel ve fiziksel yorgunlukla kendini gösterir. Mühendislik alanında yoğun iş temposu, zaman baskısı ve yüksek sorumluluk, tükenmişlik riskini artırır. Bu süreçte bireyler, başlangıçta işe karşı duydukları heyecanı ve bağlılığı kaybedebilirler. Duygusal tükenme, kişinin kendisini boş ve enerjisiz hissetmesine neden olurken işe karşı geliştirilen olumsuz tutumlar da verimliliği düşürür. Zamanla sadece iş yerinde değil özel yaşamda da motivasyon ve yaşam enerjisi azalır. Tükenmişlik, mühendislerin hem mesleki hem de kişisel alanlarda zorlanmasına yol açan temel bir psikolojik sorun olabilmektedir. Mükemmeliyetçilik Mühendislikte başarının anahtarı çoğunlukla detaylara verilen önem ve hata yapmama arzusudur. Bu nedenle mühendisler arasında mükemmeliyetçilik yaygın ve hatta bazı durumlarda teşvik edilir. Ancak mükemmeliyetçilik, gerçekçi sınırların ötesine geçtiğinde psikolojik sağlığı tehdit edebilmektedir. Çalışanlar kendilerinden aşırı yüksek performans beklentisi içine girer ve küçük hataları bile büyük felaketler olarak algılarlarsa bu durum sürekli endişe, kendini yetersiz hissetme ve erteleme davranışlarına yol açabilir. Mükemmeliyetçilik, aynı zamanda iş yükünü aşırı artırarak tükenmişliği tetikleyen önemli bir faktör olmaktadır. Kaygı Bozuklukları: Zihnin Sürekli Alarmda Olması Mühendisler, iş süreçlerindeki yüksek risk ve sorumluluk nedeniyle kaygı bozukluklarıyla karşılaşabilirler. Kaygı, genellikle yeterince iyi olmama, hata yapma korkusu veya projeyi zamanında yetiştirememe endişesi şeklinde kendini gösterir. Sürekli tetikte olma hali ise zihinsel yorgunluk, dikkat dağınıklığı ve uyku problemlerine neden olabilir. Bu da verimliliğin düşmesine ve iş kalitesinin zarar görmesine yol açarken uzun süre devam eden kaygı bozuklukları, depresyon gelişimi için zemin hazırlar ve iş yaşamında kalıcı sorunlara neden olabilir. Sosyal İzolasyon Yoğun çalışma temposu, mühendislerin sosyal çevreleriyle ilişkilerini zayıflatabilir. Projeler, toplantılar ve teslim tarihleri arasında sosyal aktivitelere zaman ayırmak zorlaşır. Bu durum ise duygusal destek eksikliğine, yalnızlık hissine ve sosyal çekilme eğilimine yol açabilir. Sosyal izolasyon, stres ve tükenmişliği artıran önemli bir faktör olarak öne çıkar. İş yerindeki destekleyici ilişkilerin azalması, psikolojik sağlığın korunmasını güçleştirir. Depresyon Mühendislerin yaşadığı kronik stres, mükemmeliyetçilik ve sosyal izolasyon gibi faktörlerin birleşimi depresyon riskini yükseltir. Depresyon, enerji kaybı, umutsuzluk, hayattan zevk almama ve motivasyon düşüklüğü ile kendini gösterir. Bu durum, iş performansını düşürürken kişinin yaşam kalitesini ciddi biçimde etkiler. Sorunların Birbirini Besleyen Döngüsü Mühendislikte psikolojik sorunlar genellikle birbirini tetikleyen ve destekleyen karmaşık bir ağ oluşturur. Mükemmeliyetçilik, tükenmişlik riskini artırırken; tükenmişlik kaygı bozukluklarına zemin hazırlar. Kaygı, sosyal ilişkilerin zayıflamasına yol açar; sosyal izolasyon ise depresyonu tetikler. Depresyon da kişinin işine karşı duyduğu bağlılığı azaltarak tükenmişliği derinleştirir. Bu döngü, fark edilmediğinde ya da müdahale edilmediğinde giderek büyür ve bireyin hem mesleki hem kişisel yaşamını olumsuz etkileyebilir. Kurumsal Dinamiklerin Rolü Bireysel psikolojik sorunlar, kurumsal kültür ve iş ortamının etkisiyle şiddetlenebilir. Sürekli fazla mesai beklentisi, başarının yalnızca hız ve verimlilikle ölçülmesi, psikolojik desteğin yeterince önemsenmemesi, bu sorunların artmasına neden olabilir. Kurumsal ortamda çalışanların psikolojik sağlığına yönelik bilinç ve destek programlarının olmaması, tükenmişlik ve bağlı sorunların kronikleşmesine zemin hazırlar. Kurumsal farkındalık ve destek olmadan bireysel düzeyde yapılan mücadeleler sıklıkla yetersiz kalabilir. Çözüm Yaklaşımları Bireysel Düzeyde: İş ve özel yaşam arasına net sınırlar koymak, çalışma saatlerini ve dinlenmeyi dengede tutmak. Fiziksel aktivite, hobiler ve sosyal ilişkiler için zaman ayırmak. Mükemmeliyetçilikten uzak, gerçekçi hedefler belirlemek ve başarıyı farklı boyutlarda değerlendirmek. Gerekli durumlarda psikolojik destek almak ve dolayısıyla stresle başa çıkma becerilerini geliştirme üzerine çalışmak. Kurumsal Düzeyde: Fazla mesai kültürünün azaltılması ve sürdürülebilir çalışma saatlerinin benimsenmesi. Psikolojik destek ve rehberlik programlarının oluşturulması. Çalışanların sosyal ve duygusal ihtiyaçlarının dikkate alınması, ekip içi dayanışmanın teşvik edilmesi. Proje yönetim süreçlerinde esneklik ve insana odaklı yaklaşımın benimsenmesi. İyi mühendisler, İyi Projeler! Bir köprüyü inşa eden, bir yazılımı sıfırdan geliştiren, bir fabrikayı ayakta tutan mühendisler… Toplum olarak onların başarılarının meyvelerini yiyoruz ancak onların ruh sağlığını çoğu zaman görmezden geliyoruz. Modern mühendislik yalnızca teknik bilgi değil; yüksek odaklanma, derin sorumluluk bilinci ve karmaşık problem çözme yetkinliği gerektirir. İşte tam da bu yoğun zihinsel yük, psikolojik yıpranma riskini beraberinde getirir. Teknik beceri ve bilgi, mühendislikte başarının temel taşlarıdır. Ancak bu becerilerin arkasındaki insanın ruhsal sağlığı ve dayanıklılığı, başarıyı sürdürülebilir kılan en önemli faktördür. Tükenmişlik ve ona bağlı psikolojik sorunlar, mühendislerin hem bireysel yaşamlarını hem de mesleki performanslarını olumsuz etkiler. Bireysel farkındalık ve kurumsal destek ile bu görünmeyen zinciri kırmak mümkün olabilmektedir. Bu nedenle mühendislerin ruh sağlığını korumak ve desteklemek sadece bireylerin değil toplumun, kurumların ve sektörün sürdürülebilir başarısı için hayati önem taşımaktadır.

  • Psikolojik Şiddet

    Şiddet her zaman ses çıkarmaz, her zaman iz bırakmaz. Bazen bir sessizliktir, bazen küçümseyen bir bakış ya da incitici bir cümle. Dışarıdan bakıldığında normal gibi görünen ilişkilerde içeride görünmeyen ama çok derin yaralar açılır. Psikolojik şiddet , insanın ruhunu en çok yoran, en zor tanınan ve en geç iyileşen şiddet biçimidir. Çoğu zaman bu şiddeti yaşayan kişi kendisine bile itiraf edemez. ''Abartıyor muyum?'', ''O aslında iyi biri'', ''Ben biraz fazla hassasım galiba!'' gibi düşüncelerle yaşananı küçültür. Oysa şiddet, sadece bedeni değil; ruhu, benliği, değeri de hedef alır. Psikolojik Şiddet Nedir? Psikolojik şiddet; bir kişiye yönelik tekrar eden sistemli ve incitici söz, davranış ya da tutumlarla uygulanan, bireyin özsaygısını zedeleyen ve duygusal bütünlüğünü bozan bir şiddet türüdür. Kimi zaman alaycı bir sözle, kimi zaman yok sayarak kimi zaman da manipülasyonla ortaya çıkar. Özünde bir güç kurma ve kontrol etme çabası vardır. Mağdurun kendilik değerini sorgulamasına, kendi doğrularından şüphe etmesine neden olur ve belki en tehlikelisi: çoğu zaman sevgi kılığına bürünür. Şiddetin Genellikle Nereden Geldiğini Hepimiz Biliyoruz: En Yakından Psikolojik şiddet en çok aile, eş, partner, arkadaş ve iş arkadaşları gibi yakın çevre tarafından uygulanır. Çünkü şiddetin bu türü, güven duygusu kurulan ilişkilerde daha çok etkili olur. ''Seni eleştirmem seni önemsediğim için.'' ''Ben senin iyiliğini istiyorum.'' ''Seni sen olduğun için değil, senin olman gerektiği kişi için seviyorum.'' Bu tür söylemler zamanla kişinin benlik algısını bozar. Kendi isteklerinden uzaklaşmasına, özsaygısının aşınmasına neden olur. Psikolojik Şiddetin Türleri Nelerdir? Aşağılama ve küçümseme : Sürekli eksik ve yetersiz hissettirme. Manipülasyon : Kişinin davranışlarını kontrol etme, onu suçlu hissettirme. Gaslighting : Kişinin gerçeklik algısını sarsma. İzolasyon : Sosyal çevreden koparma. Tehdit ve korkutma : Açık ya da örtük yolla tehdit etme. Duygusal ihmal : Görmezden gelme, duyguları yok sayma. Bu davranışların çoğu zaman fark edilmemesi, psikolojik şiddetin en sinsi yönüdür. Şiddet Uygulayanların Psikolojik Yapısı Psikolojik şiddet uygulayan bireyler genellikle kontrol ihtiyacı yüksek, kırılgan benlik algısına sahip, geçmişte duygusal ihmal ya da travma yaşamış kişilerdir. Kendilerini güvende hissetmek için karşı taraf üzerinde baskı kurmayı tercih ederler. Ancak geçmişte acı yaşamış olmak, başkalarına acı çektirme hakkı tanımaz. Hiçbir hikaye, şiddeti meşru kılmaz. Mağdur Olanlar Kimlerdir? Şiddete maruz kalan kişiler genellikle empatik, uyumlu, onay ihtiyacı yüksek, çatışmadan kaçınan yapıya sahip bireylerdir. Sevgi için kendinden vazgeçen, sınır çizmeyi öğrenmemiş ya da geçmişinde değersizlik şemaları taşıyan kişiler, psikolojik şiddeti fark etmeden kabullenebilirler. Önemli olan şudur: Hiç kimse, kimden gelirse gelsin, hiçbir biçimde şiddeti hak etmez. Psikolojik ve Fizyolojik Olarak Olası Sonuçları Zihinsel etkiler: Özsaygı kaybı, Güvensizlik, Kararsızlık, Depresyon, kaygı ve benzeri durumlara yol açma. Bedensel etkiler: Uyku bozuklukları, Kas ve baş ağrıları, Tükenmişlik, yorgunluk, Bağışıklık sisteminde düşüş. Unutulmamalı ki: Beden, ruhun susturulan hikayesini anlatmaya devam eder. Şiddeti Tanımak ve İyi Olmak Mümkün mü? Evet, ancak bu bir süreçtir. Fark etmekle başlar, kendine inanmaya uzanır, sınırlar çizerek güçlenir. Yaşadığınız şiddetin adını koyun. Duygularınızı küçümsemeyin. ''Hayır'' demeyi öğrenin. Destek isteyin, konuşun. Mümkünse profesyonel yardım alın. Şiddeti tanımak zor ama dönüştürücü bir adımdır. O noktadan sonra kendinize ait olan alanı yeniden kurmaya başlarsınız. Ve orası güvenli, sakin, sizinle dolu bir yer olur.

  • Film Analizi: Prozac Toplumu (Prozac Nation)

    Film Hakkında Prozac Nation  (2001), yönetmen koltuğunda Norveçli Erik Skjoldbjærg’in oturduğu, yapımcılığını Millennium Films ve Miramax Films’in üstlendiği, dramatik biyografi türünde bir filmidir. Senaryosu Larry Gross ve Frank Deasy tarafından, Elizabeth Wurtzel’in 1994 tarihli otobiyografik romanından uyarlanmıştır. Filmin başrolünde Christina Ricci yer alırken, oyuncu kadrosunda ayrıca Jessica Lange, Jason Biggs, Anne Heche ve Michelle Williams gibi isimler bulunur. Görüntü yönetmeni Stuart Dryburgh, müzikleri ise Paul Haslinger tarafından hazırlanmıştır. Film ilk kez 8 Eylül 2001'de Toronto Film Festivali’nde gösterilmiş, ardından televizyon prömiyeri 2005 yılında yapılmıştır. 95 dakikalık yapım, İngilizce dilinde çekilmiş olup Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada ortak yapımıdır. Christina Ricci aynı zamanda filmin baş yapımcılarından biridir. Filmin Konusu ve Temel Çatışması Prozac Toplumu , Harvard’da burslu okuyan genç bir kadın olan Elizabeth Wurtzel’in yaşamına ve içsel dünyasına odaklanır. Elizabeth dışarıdan bakıldığında başarılı, parlak, gelecek vadeden bir öğrenci gibi görünse de içsel dünyasında derin bir boşluk, mutsuzluk ve kaygıyla boğuşur. Filmin başından itibaren Elizabeth’in çocukluğunda babasız büyümenin ve annesiyle çatışmalı ilişkilerinin onda açtığı yaralar yaşadığı sevgisizlik ve sürekli onaylanma ihtiyacı, seyirciye net bir şekilde aktarılır. Elizabeth’in üniversiteye başlaması yeni bir başlangıç gibi dursa da yaşadığı duygusal dalgalanmalar ve içsel huzursuzluk onun kimlik karmaşasını derinleştirir. Ailesiyle olan problemleri, romantik ilişkilerindeki hayal kırıklıkları, arkadaşlarıyla bağ kuramaması ve yazarlık tutkusuyla yaşadığı tatminsizlik bir noktada onu büyük bir psikolojik krizin eşiğine getirir. Karakter Çözümlemesi: Elizabeth Wurtzel Elizabeth, filmin merkezinde yer alan karmaşık, çelişkili, gerçekçi bir karakterdir. Onun yaşadığı depresyon, yalnızca klinik semptomlarla sınırlı değildir; varoluşsal bir bunalım, kendini sürekli yetersiz ve değersiz hissetme, anlam arayışı ve kaçış arzusu ile şekillenir. Aile İlişkileri:  Babasıyla olan mesafeli ilişkisi, sevgisizlik ve ilgisizlik hissini perçinler. Annesiyle ise yoğun, inişli çıkışlı, bir yandan bağımlı bir yandan da çatışmalı bir ilişki içindedir. Bu dinamik, filmde zaman zaman ebeveyn-çocuk ilişkilerinin psikodinamik etkilerini tartışmaya açar. Bağlanma Sorunları:  Elizabeth’in romantik ilişkilerinde istikrarsızlık, duygusal gelgitler, terk edilme ve reddedilme korkusu sıkça görülür. Yakınlaşmaktan korkar, aynı zamanda da yalnızlığa dayanamaz. Bağlanma stilleri açısından kaygılı bir stil profili çizer. Kariyer ve Kimlik Sorgulaması:  Harvard gibi seçkin bir okulda okumanın getirdiği baskı, yazma tutkusunun tatmin olmaması ve sürekli başarma arzusunun altında ezilmesi, Elizabeth’in kimlik kriziyle birleşir. ''Ben kimim?'', ''Ne için yaşıyorum?.'', ''Gerçekten mutlu olabilir miyim?'' soruları filmin birçok sahnesinde karakterin içsel monologlarında yankılanır. Filmin Psikolojik Derinliği Depresyonun Gölgesinde Büyümek Film, depresyonun kişiyi yalnızca işlevsiz ve mutsuz kılmakla kalmadığını; onun tüm sosyal ilişkilerini, akademik yaşamını ve öz değer algısını da biçimlendirdiğini gösterir. Elizabeth’in duygudurumundaki ani değişimler, öfke patlamaları, içe kapanıklığı ve kendine zarar verme eğilimleri, izleyiciye depresyonun hem içsel hem de dışsal etkilerini tüm çıplaklığıyla gösterir. Kendiyle Savaş: Öz Yıkıcılık ve Bağımlılık Elizabeth’in yaşadığı krizlerde alkol ve madde kullanımı, gece hayatına kaçış, riskli davranışlar dikkat çeker. Bu noktada film, depresyonun yalnızca içsel bir karanlık değil, aynı zamanda davranışsal olarak da yıkıcı sonuçları olabileceğine vurgu yapar. Antidepresanlarla Değişen Kimlik Filmin en kritik noktalarından biri, Elizabeth’in psikoterapiye ve ilaç (Prozac) tedavisine başlamasıdır. Başlangıçta ilaç kullanmaya direnir; bunun zayıflık, pes etmek ya da kendini kaybetmek anlamına geleceğinden korkar. Ancak yaşadığı ruhsal yıkım öyle bir noktaya gelir ki yardım almaktan başka bir çıkış yolu bulamaz. Burada film, antidepresanların bir çözüm olup olmadığı sorusunu izleyiciye bırakır. Prozac’ın, Elizabeth’in yaşadığı boşluğu tamamen dolduramadığı ama hayata tutunması için bir zemin sağladığı gösterilir. Toplumsal Eleştiriler ve Dönemin Ruhu Prozac Kuşağı: Herkes Mutlu Olmalı mı? 90’lar Amerika’sı, antidepresanların yaygınlaştığı, mutluluğun neredeyse toplumsal bir zorunluluk haline geldiği bir dönemdi. Film, modern toplumun normal olma baskısını, mutsuzluğun, kaygının ve kimlik arayışının nasıl ilaçlarla bastırılmaya çalışıldığını eleştirir. Herkesin toplumsal normlara uyması, mutlu, başarılı, üretken görünmesi beklenirken; Elizabeth gibi farklı hissedenler, kendilerini daha da yalnız hissediyor. Filmde ilaç, toplumsal normlara ayak uydurmanın, farklılıkları yok saymanın bir yolu olarak da işlenir. Ruh Sağlığı ve Tabular Film, psikoterapiye ve ilaç tedavisine dair toplumsal önyargıları da işliyor. Elizabeth’in çevresiyle yaşadığı çatışmalar, terapiye gitmenin bir zayıflık olarak görülmesi, toplumda hala var olan ruh sağlığı tabularını gözler önüne seriyor. Aynı zamanda kişinin yardım istemesinin, kendini normal kabul etmesinin önündeki en büyük engelin yine kendi içsel önyargıları olduğunu gösteriyor. İzleyiciler İçin Notlar Prozac Toplumu , yalnızca bireysel bir depresyon hikayesi değil; aynı zamanda modern toplumun gençlerine, ailelerine ve profesyonellerine çok şey söylüyor. Depresyonun çok yönlü doğası : Sadece üzgünlük değil, öfke, bağımlılık, boşluk, kimlik krizi ve davranışsal sorunlar da içerebilir. Aile içi dinamiklerin önemi : Ebeveyn tutumları, çocukluk travmaları ve bağlanma şekilleri, yetişkinlikte ruh sağlığını biçimlendirir. Toplumsal normlar ve birey : Normal olma, mutlu görünme baskısı; bireylerin kendi kimliğini bulmasını zorlaştırabilir. Kişisel Değerlendirme Prozac Toplumu , bir jenerasyonun kimlik krizini, yalnızlığını ve mutsuzluğunu cesurca ortaya koyan kolay izlenen ama sindirilmesi zor bir film. Elizabeth’in yaşadıkları, psikolojinin yalnızca kitaplarda kalmadığını, gerçek yaşamda ne kadar karmaşık, acı verici ve bir o kadar da insani olabileceğini gösteriyor. Film, özellikle genç yetişkinler, aileler ve ruh sağlığı alanında çalışan profesyoneller için hem bir uyarı hem de bir farkındalık çağrısı niteliğinde. Modern dünyada depresyon, yalnızca bireysel bir sorun değil; toplumsal, kültürel ve ailevi bağlamları olan çok katmanlı bir gerçeklik. Prozac Toplumu  ise bu katmanları cesurca masaya yatırıyor. Unutmamak gerekir ki ruhsal zorlanmalar utanılacak ya da bastırılacak şeyler değildir. Eğer siz de duygularınızla baş etmekte zorlanıyor, hayattan keyif alamıyor ya da içsel bir boşluk hissediyorsanız bir uzmandan destek almak yalnız olmadığınızı hatırlatabilir. Psikolojik destek, bir zayıflık değil; iyi olma yolunda atılan güçlü bir adımdır. Yardım istemek bir kırılma değil, bir dönüşüm başlangıcı olabilir.

bottom of page