Arama Sonuçları
Boş arama ile 228 sonuç bulundu
- Karar Yorgunluğu Nedir ve Günlük Hayatımızı Nasıl Etkiler?
Her sabah gözümüzü açtığımız andan itibaren bir kararlar zincirinin ortasına düşüyoruz: Ne giyeceğim? Kahvaltıda ne yemeliyim? Bugün spora gitsem mi? Epostayı şimdi mi yanıtlasam sonra mı? Küçük gibi görünen ama ardı arkası kesilmeyen kararlar, gün sonunda zihinsel enerjimizi adeta sömürmüş oluyor. İşte bu durumun bilimsel bir adı var: Karar yorgunluğu. Karar yorgunluğu, günümüz dünyasında sıkça yaşanan ama çoğu zaman adı konulmayan bir zihinsel yorgunluk türü. Belki de siz bu yazıyı okurken bile bir şeylere karar vermeye çalışıyorsunuz ve zihniniz tam kapasite çalışmaktan tükenmiş hissediyor olabilir. Karar Yorgunluğu Nedir? Karar yorgunluğu (decision fatigue), kişinin gün boyunca çok sayıda karar verdikten sonra zihinsel kapasitesinin azalması ve sonraki kararlarında mantıksız, aceleci, tembelce ya da duygusal davranması durumudur. Bu kavram ilk kez sosyal psikolog Roy Baumeister tarafından tanımlanmıştır. Baumeister ve ekibi tarafından yapılan çalışmalar, insanların öz denetim ve karar verme kapasitesinin sınırlı olduğunu ve bu kapasitenin gün içinde yavaş yavaş tükendiğini ortaya koymuştur. Bu yorgunluk türü, yalnızca zihinsel değil aynı zamanda duygusal ve davranışsal sonuçlar da doğurur. Karar yorgunluğu yaşayan kişiler, genellikle: Kararları erteler Riskli ya da irrasyonel tercihler yapar Varsayılan seçeneklere yönelir Stres ve tükenmişlik hissi yaşar Günlük Hayattaki Görünmeyen Kararlar Bir insanın günde ortalama 35.000 karar verdiği tahmin ediliyor. Elbette bu kararların çoğu bilinç dışı otomatik tercihlerden oluşuyor. Ama özellikle bilinçli kararlar; ne giyeceğiniz, nereye gideceğiniz, ne yapacağınız, kiminle konuşacağınız gibi tercihler zihinsel enerji gerektirir. Zihinsel enerjimiz sınırlı olduğu için, karar verdikçe bu kaynak tükenmeye başlar. Örnek olarak: Bir CEO sabah işe gelmeden önce çocukların okuluna, ne giyeceğine, kahvaltıya, trafikteki rotaya karar veriyor. Ofise geldiğinde ise bir personelin zam talebiyle, departmanlar arası anlaşmazlıklarla ve müşteri talepleriyle uğraşıyor. Gün sonunda ise akşam yemeğinde ne yiyeceğine karar veremiyor ve "ne olursa" diyerek sipariş veriyor. Bu, karar yorgunluğunun klasik bir örneğidir. Karar Yorgunluğu Üzerine Araştırmalar Karar yorgunluğunun en çarpıcı örneklerinden biri, yargıçlar üzerinde yapılan bir çalışmada görülmüştür. İsrail’de yapılan bir araştırmaya göre, mahkumların şartlı tahliye taleplerine sabah saatlerinde onay verilme oranı %65 iken, gün sonunda bu oran %10’un altına düşüyor. Yani sabah zihin daha taze olduğunda verilen kararlar daha olumlu, gün sonunda ise yorgunluk nedeniyle yargıçlar en güvenli ve kolay seçeneği yani “hayır” demeyi tercih ediyor. Bu durum, sadece iş hayatında değil, günlük alışverişte, aile ilişkilerinde ve kişisel gelişim hedeflerinde de geçerlidir. Karar Yorgunluğunun Belirtileri Karar yorgunluğunu fark etmek kolay olmayabilir. Ancak aşağıdaki belirtileri sık yaşıyorsanız, bu durum sizi etkiliyor olabilir: 1. Kararsızlık En küçük seçimlerde bile uzun süre düşünmek ve sonuca ulaşamamak. 2. Erteleme Davranışı Karar vermekten kaçmak, sürekli “sonra düşünürüm” diyerek sorumluluklardan uzak durmak. 3. Kalıplaşmış Tercihler Farklı seçenekleri değerlendirmek yerine hep aynı seçimleri yapmak. 4. Tükenmişlik Hissi Günün sonunda zihinsel ve duygusal olarak boşlukta hissetmek. 5. İrrasyonel veya Duygusal Kararlar Normalde vermeyeceğiniz kararları anlık bir duygu durumu etkisiyle vermek. Karar Yorgunluğunun Sonuçları Düşük Verimlilik: Zihinsel enerji tükendiğinde, iş ve özel yaşamda hata yapma olasılığı artar. Sağlıksız Yaşam Tarzı Tercihleri: Karar yorgunluğu yaşayan bireyler, genellikle daha fazla hazır gıda tüketir, sporu atlar veya ekran başında uzun süre vakit geçirir. Gereksiz Harcamalar: Yorgun bir zihin, alışverişte mantıklı tercihler yapmakta zorlanır. “İyi gelir” diye alınan şeylerin çoğu pişmanlıkla sonuçlanabilir. Sosyal Gerginlikler: İnsan ilişkilerinde sabırsızlık, tahammülsüzlük ve yanlış anlamalar artar. Bu da çatışmalara neden olabilir. Karar Yorgunluğunu Azaltmanın Yolları 1. Önceden Plan Yapın Haftalık yemek planı, kıyafet kombinleri, yapılacaklar listesi gibi küçük planlamalar, o anki karar verme yükünü azaltır. 2. Rutinler Oluşturun Rutinler, her gün tekrar eden kararları otomatikleştirir. Bu da zihinsel enerjiyi korur. 3. Önemli Kararları Sabah Verin Günün ilk saatleri, zihinsel enerjinin en taze olduğu zamanlardır. Önemli kararları bu zaman dilimlerine denk getirin. 4. Gereksiz Seçenekleri Eleyin Fazla seçenek kararsızlığı artırır. Seçenekleri sadeleştirin, kritik olmayan kararları hızlıca geçin. 5. Karar Hiyerarşisi Kurun Her kararı eşit önem derecesiyle değerlendirmek yorucudur. “Bugün ne gerçekten önemli?” sorusu yönlendirici olabilir. 6. Kendinize Zihinsel Mola Verin Gün içinde 5-10 dakikalık nefes egzersizi, kısa yürüyüş veya gözleri kapatıp sessizce durmak, zihni tazeler. Hayat, bir kararlar zinciridir. Ancak bu zincirin her halkasını aynı dikkatle şekillendiremeyiz. Zihnimiz; gün içinde yüzlerce küçük seçimle meşgulken, asıl önemli kararlar için yorgun, isteksiz ve kararsız hale gelir. Karar yorgunluğu, sadece bir düşünce yorgunluğu değil, hayat kalitemizi doğrudan etkileyen bir zihinsel tükenmişliktir. Fark edilmezse; ilişkilerimize, sağlığımıza ve üretkenliğimize zarar verir. Psikolog Yunus Öztürk
- Çocuğum Okula Gitmek İstemiyor Sebebi Ne Olabilir?
İlkokula başlamak, bir çocuk için büyük bir adım olduğu kadar, aileler için de oldukça heyecanlı ve bazen endişe verici bir süreçtir. Ancak bazı çocuklar bu geçişe hemen adapte olamayabilir ve "Okula gitmek istemiyorum" gibi tepkiler verebilir. Bu durum oldukça yaygındır ve altında yatan sebepler doğru anlaşıldığında çözüm yolları da daha kolay bulunabilir. İlkokula yeni başlayan bir çocuğun okula gitmek istememesinin birçok nedeni olabilir. En yaygın sebepler şu şekildedir; Ayrılma Kaygısı Okula yeni başlayan çocuklar, özellikle annelerinden veya bakım veren kişilerden ilk kez uzun süreli olarak ayrıldıkları için yoğun bir kaygı yaşayabilirler. Bu durum, okula gitmeyi istememe şeklinde kendini gösterebilir. Yeni Rutinlere Alışamama Sabah erken kalkmak, hazırlanmak ve zamanında okulda olmak gibi yeni rutinler çocuklar için zorlayıcı olabilir. Bu düzen, ilk haftalarda direnç yaratabilir. Sosyal Uyum Sorunları Yeni arkadaşlar edinmek her çocuk için kolay olmayabilir. Utangaçlık, içine kapanıklık veya daha önce kreş deneyimi yaşamamış olmak, çocuğun sosyal çevreye uyumunu zorlaştırabilir. Öğretmenle İletişim Problemleri Bazı çocuklar öğretmenlerini sert ya da yabancı bulabilir. Bu da güven duygusunun zedelenmesine ve okula karşı olumsuz bir tutum gelişmesine neden olabilir. Dersleri Anlamakta Güçlük Çekme Okula yeni başlayan çocuklar, dersleri tam olarak anlamadığında kendini yetersiz hissedebilir. Bu da özgüven kaybına ve okuldan kaçınma eğilimine yol açabilir. Ev Ortamını Tercih Etme Okula gitmek istemeyen çocuklar bazen evde olmayı daha güvenli ve eğlenceli bulabilir. Evde oyun oynayabilmek, sevdikleriyle vakit geçirebilmek okuldan daha cazip gelebilir. Aileler Bu Süreçte Neler Yapabilir? Çocuğun okula gitmek istememesi, çoğu zaman geçici ve çözülebilir bir durumdur. Ancak bu süreçte ailelerin yaklaşımı büyük önem taşır. Çocuklar özellikle bu yaşlarda, anne-babalarının tutumlarından doğrudan etkilenirler. Bu yüzden anlayışlı, sabırlı ve destekleyici olmak çok kıymetlidir. Bu süreçte ailelerin uygulayabileceği bazı etkili yöntemler: Çocuğunuzu Dinleyin ve Anlamaya Çalışın Çocuğunuzun duygularını anlamak için öncelikle onu yargılamadan dinlemeniz gerekir. Onun için okula gitmek istememek, bir kapris değil; korku, endişe ya da bilinmezlikle başa çıkma çabası olabilir. “Okula gitmek istemediğini fark ettim, bu konuda ne hissediyorsun?” gibi açık uçlu ve sakin bir dille sorular sorun. Onun anlattıklarını küçümsemeyin veya hemen çözüm üretmeye çalışmayın; önce sadece anlaşılmış hissetmesini sağlayın. Güven ve Güvence Verin Çocuklar okula gittiklerinde kendilerini güvende hissetmek isterler. “Annem-babam beni bırakıyor ama sonra mutlaka geliyor” inancı çok önemlidir. Bu güven oluşmadığında kaygı seviyesi artar. Çocuğunuzla vedalaşırken kısa ve net olun, vedalaşmaları uzatmak ayrılığı zorlaştırır. “Okul bitince seni almaya geleceğim, birlikte parkta oynarız” gibi somut ve güven verici sözler söyleyin. Kademeli Alıştırma Yöntemi Uygulayın Bazı çocuklar için aniden uzun saatler okulda kalmak çok bunaltıcı olabilir. Bu durumda okul yönetimiyle konuşarak geçici bir uyum süreci planlanabilir. İlk günlerde sadece birkaç saat okulda kalması sağlanabilir. Her gün süreyi yavaş yavaş artırarak tam güne geçiş yapılabilir. Bu süreçte çocuk “başarabildiğini” gördükçe özgüveni gelişecektir. Okulu Evde Normalleştirin Evde okuldan olumlu bir şekilde söz etmek, çocuğun okul algısını doğrudan etkiler. Okulu bir zorunluluk değil, öğrenmenin ve arkadaşlarının olduğu eğlenceli bir yer olarak göstermek çok faydalıdır. Oyun oynarken okulculuk gibi temalı oyunlar kurun, sınıf ortamını canlandırın. Okulla ilgili kitaplar okuyun, çizgi filmler izleyin (örneğin Caillou okula başlıyor gibi). “Bugün öğretmenin sana ne öğreteceğini çok merak ediyorum” gibi olumlu beklentiler ifade edin. Öğretmenle İş Birliği Yapın Çocuğunuzun sınıf içinde nasıl davrandığını, nelerden hoşlandığını ya da zorlandığını öğretmenden öğrenmeniz çok yol gösterici olabilir. Ayrıca öğretmenin de evde yaşanan durumu bilmesi, çocuğa daha özel bir ilgi göstermesini sağlayabilir. Öğretmene sınıf içi gözlemlerini sorun. "Oyunlara katılıyor mu?", "Söz alıyor mu?" gibi sorular yöneltin. Gerekiyorsa öğretmenle birlikte çocuğa yönelik ortak bir yaklaşım belirleyin. Arkadaşlık Kurmasını Destekleyin Bir çocuk için okul sadece derslerden ibaret değildir. Arkadaşlıklar, okulun en çekici yönlerinden biridir. Eğer çocuğun sınıfta hiç arkadaşı yoksa, okula gitme motivasyonu düşebilir. Aynı sınıftaki çocukların aileleriyle tanışarak, okul dışında birlikte zaman geçirmelerini sağlayabilirsiniz. Park buluşmaları, sinema gezileri ya da doğum günü davetleriyle sosyal bağları güçlendirebilirsiniz. Sakin ve Sabırlı Olun En önemlisi, bu sürecin zaman alabileceğini kabul edin. Her çocuk farklıdır ve alışma süresi değişkenlik gösterebilir. Ağlama, direnç gösterme, fiziksel yakınma (karın ağrısı, mide bulantısı) gibi tepkilerle karşılaşabilirsiniz. Bu durum karşısında paniğe kapılmak yerine çocuğunuza destek olmaya devam edin. Ne Zaman Uzman Desteği Alınmalı? Eğer tüm bu çabalara rağmen süreç uzuyor, çocuğunuz okulla ilgili yoğun kaygılar yaşıyor veya fiziksel belirtiler kalıcı hale geliyorsa, bir çocuk psikoloğu veya pedagogdan profesyonel destek almak çok faydalı olacaktır. Her Zorluk Bir Geçiş Sürecidir Okula gitmek istemeyen bir çocukla karşı karşıya kalmak, aileler için kaygı verici olabilir. Ancak bu durumun birçok çocuk için geçici ve doğal bir süreç olduğunu unutmamak gerekir. Çocuğunuzun bu yeni dünyaya alışması zaman alabilir ve bu tamamen normaldir. Bu süreçte en önemli rol size düşüyor. Onu dinlemek, duygularını ciddiye almak ve güvenli bir rehber olmak, çocuğunuzun okul algısını doğrudan etkiler. Unutmayın, her çocuk farklı bir hızda gelişir ve kendi yöntemleriyle uyum sağlar. Önemli olan, bu yolculukta onun yanında olduğunuzu hissettirmektir. Psikolog Yunus Öztürk
- Çocuklarda Davranış Problemleri ve Ebeveyn Tutumları
Çocukluk dönemi; bireyin kişilik gelişiminin temellerinin atıldığı, sosyal ve duygusal becerilerin öğrenildiği, bilişsel süreçlerin olgunlaştığı kritik bir dönemdir. Ancak bu süreç, çocukların çevreleriyle ve kendileriyle etkileşimlerinde çeşitli davranış problemleriyle karşılaşmalarına da zemin hazırlar. Gerek aile ortamında gerekse okulda gözlenen bu davranış problemleri; öfke nöbetlerinden kurallara uymamaya, saldırganlıktan aşırı içe kapanıklığa kadar geniş bir yelpazede karşımıza çıkabilir. Ebeveyn tutumları ise bu davranışların şekillenmesinde ve kalıcılığında en önemli belirleyici faktörlerden biridir. Çocuklarda Davranış Problemleri: Nedir ve Nasıl Gelişir? Davranış problemleri, çocuğun yaşına ve gelişim düzeyine göre toplumsal beklentilerin dışında ve tekrarlayıcı şekilde ortaya çıkan sosyal ilişkileri ve akademik işlevselliği olumsuz etkileyen davranışlardır. DSM-5’e göre davranış bozuklukları arasında Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu (KOKGB) , Davranım Bozukluğu , Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) gibi tanımlar yer almaktadır. Ancak uzman tarafından destek alamayan çocuklarda da gözlemlenen çeşitli problem davranışlar, çocuğun yaşam kalitesini ve aile içi ilişkileri olumsuz etkileyebilir. Başlıca Davranış Problemleri: Saldırganlık (fiziksel/sözel) Kurallara uymama, inatçılık Öfke nöbetleri Yalan söyleme, hırsızlık Okul reddi, sosyal çekilme Aşırı hareketlilik ya da ilgisizlik Araştırmalar çocukluk çağında görülen davranış problemlerinin ileriki yaşlarda ruh sağlığı problemleri, sosyal uyum sorunları ve akademik başarısızlık riskini artırdığını göstermektedir. Davranış Problemlerinin Nedenleri Davranış problemlerinin gelişiminde tek bir etken değil biyolojik, psikososyal ve çevresel faktörlerin etkileşimi söz konusudur: Biyolojik ve Genetik Etkenler Nörolojik gelişimsel farklılıklar Genetik yatkınlık ve ailede psikiyatrik öykü Dikkat, dürtü kontrolü ve duygu düzenleme ile ilişkili beyin bölgelerinin işlevselliği Aile ve Ebeveyn Tutumları Aşırı koruyucu, baskıcı ya da ilgisiz ebeveynlik Tutarsız disiplin ve sınır koyma sorunları Model alınan davranışlar (ebeveynin öfke kontrolü, problem çözme biçimi) Ebeveynler arası çatışma ve boşanma Çevresel ve Sosyal Faktörler Okulda zorbalık, akran reddi, dışlanma Medya ve dijital ortamların olumsuz etkileri Sosyoekonomik zorluklar, travma ve ihmal Çocuklarda davranış problemleri çoğunlukla çoklu faktörlerin bir araya gelmesiyle ortaya çıkar ve tek boyutlu açıklamalar yetersiz kalabilir. Ebeveyn Tutumlarının Rolü ve Etkisi Baumrind’in ebeveynlik stilleri kuramı, çocuk gelişimi üzerinde ebeveyn tutumlarının etkisini bilimsel olarak ortaya koymuştur. Türkiye’de de yapılan çalışmalar bu bulguları desteklemektedir. a) Otoriter Tutum Yüksek kontrol ve disiplin, düşük sıcaklık ve yakınlık görülür. Emir ve ceza odaklı yaklaşım bulunur. Çocuklarda kaygı, düşük özgüven ve saldırgan davranış riskini artırır. b) Aşırı Hoşgörülü (İzin Verici) Tutum Sınır ve kural eksikliği, fazla serbestlik görülür. Sorumluluk duygusunun gelişmesini engeller, davranış sorunlarını pekiştirir. c) İlgisiz/İhmalkâr Tutum Sevgi ve ilgi eksikliği, duygusal mesafe bulunur. En riskli grup: Dışa vurum problemleri, akademik başarısızlık, antisosyal davranışlar görülebilir. d) Demokratik Tutum Açık iletişim, karşılıklı saygı, tutarlı sınırlar görülür. Olumlu sosyal beceriler, yüksek öz düzenleme ve güvenli bağlanma ile ilişkilidir. Önemli Not: Yapılan meta-analizler, demokratik ve destekleyici ebeveyn tutumunun çocuklarda davranış problemlerini azaltmada en etkili yaklaşım olduğunu göstermektedir. Güncel Araştırmalar Ne Diyor? Türkiye’de yapılan bir araştırmaya göre ebeveyn-çocuk ilişkisinde duygu düzenleme becerileri, çocuklarda görülen davranış problemlerinin sıklığını doğrudan etkilemektedir. Pozitif ebeveynlik programları davranış sorunlarını azaltmada ve ebeveyn yeterliliğini artırmada oldukça etkilidir. Pandemi sonrası ailelerde artan stresin, davranış problemlerini tetiklediği ve ebeveynlik tutumlarında tutarsızlığa yol açtığı tespit edilmiştir. Davranış Problemlerinde Müdahale ve Ebeveynlere Yönelik Öneriler Profesyonel Değerlendirme Davranış problemlerinin sıklığı, şiddeti ve sürekliliği arttıkça profesyonel değerlendirme gereklidir. Klinik gözlem, aile görüşmeleri ve gerekirse psikometrik testlerle tanı netleştirilmelidir. Ebeveyn Danışmanlığı ve Psikoeğitim Ebeveynlere; tutarlı disiplin, duygusal iletişim, olumlu pekiştirme, öfke kontrolü ve sınır koyma konusunda psikoeğitim verilmelidir. Kanıta Dayalı Müdahale Yöntemleri Davranışçı teknikler : Pekiştirme, ödül sistemi, zaman aşımı Duygu düzenleme becerilerinin öğretilmesi Aile içi iletişim çalışmaları Gerekirse bireysel danışmanlık (çocuk/ebeveyn) Sıkça Yapılan Hatalar Sürekli tehdit ve ceza uygulamak Tutarsız sınır koymak (bir gün yasak, ertesi gün serbest) Sorunu çocuğun kişiliğine yüklemek (inatçısın, yaramazsın gibi etiketler) Duyguları küçümsemek veya yok saymak Etkili Ebeveynlik İçin Pratik İpuçları Net ve sevgi dolu sınırlar koyun, kuralları açıklayın. Olumlu davranışları hemen fark edip ödüllendirin. Kriz anında sakin kalın, bağırmak yerine göz teması ve yumuşak ses kullanın. Çocuğun duygularını tanımasına ve adlandırmasına yardımcı olun. (Kızgınsın, anlıyorum. Birlikte çözüm bulabiliriz.) Aile içinde açık iletişim ve ortak zaman geçirme alışkanlığı oluşturun. Destek isteyin: Davranış problemleri karmaşıklaştığında bir uzmandan yardım almaktan çekinmeyin. Sağlıklı Nesiller İçin Bilinçli Ebeveynlik Çocuklarda davranış problemleri, erken müdahale ve sağlıklı ebeveyn tutumları ile büyük oranda önlenebilir ve iyileştirilebilir. Ebeveynler olarak tutum ve davranışlarımızı gözden geçirmek, hem kendi ruh sağlığımız hem de çocuklarımızın geleceği açısından en değerli yatırımdır. Bilimsel bilgi ve profesyonel destek ışığında her çocuk potansiyelini en sağlıklı şekilde ortaya koyabilir.
- Film Analizi: The Return (Dönüş)
The Return (2003) The Return (Dönüş) , Andrey Zvyagintsev’in yönetmenliğini üstlendiği ve 2003 yılında yayınlanan, derin tematik katmanlara sahip bir Rus dramadır. Film, 12 yıl aradan sonra aniden evine dönen bir babanın, iki çocuğunun hayatındaki etkilerini keşfederken, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle şekillenen bir kültürel bağlamda kimlik ve aile ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasını ele alır. Zvyagintsev, sadece bireysel değil toplumsal bir kimlik krizini de inceleyerek, izleyiciyi hem karakterlerin içsel çatışmalarına hem de tarihsel dönüşümün ruh haline tanık olmaya davet eder. Bir Ailenin Dönüşü: Babanın Ani Geri Dönüşü ve Çocukların Keşif Yolculuğu Film, babanın 12 yıl sonra eve dönüşüyle başlar. Bu sahne, karakterlerin geçmişleriyle yüzleşmeye başlamaları için bir dönüm noktasıdır ve aynı zamanda filmdeki gizemin temellerini atar. Baba, aileye neden yıllarca geri dönmediği konusunda herhangi bir açıklama yapmaz. Çocuklar, babalarını anlamak ve bağlarını yeniden kurmak amacıyla bir yolculuğa çıkarlar. Ancak bu yolculuk sadece fiziksel bir keşif değil, içsel bir serüvendir; çocuklar, babalarının geçmişini öğrenmeye ve uzun bir ayrılığın ardından gelen bu ani buluşmanın duygusal derinliklerine inmeye çalışırlar. Bu süreçte, aile bağlarını sorgularken, kimliklerini ve geçmişle olan bağlantılarını da yeniden anlamaya çalışırlar. Aile Dinamikleri ve Karakterlerin Gelişimi Babalarının ani dönüşü, çocuklar için bir öz-keşif yolculuğunu başlatan merkezi çatışmanın tetikleyicisidir. Baba, otoriteyi, maskülenliği ve aile içindeki yerini temsil ederken, aynı zamanda uzun yıllar süren yokluğunun yarattığı boşluk, filmdeki gerilimi artırır. Baba, başlangıçta gizemli bir figürdür; ancak film ilerledikçe karakterinin karmaşıklığı ortaya çıkar. Çocuklarla olan etkileşimleri, onlara verdiği kararlar ve yaptığı seçimler, karakterinin derinliğini ve karmaşıklığını izleyiciye aktarır. Çocuklar ise bu süreçte babalarına karşı hissettikleri merak ve öfkeyi, büyümekle birlikte daha karmaşık duygulara dönüştürürler. Andrei ve Ivan’ın gelişimi, filmdeki ana çatışmanın evrimini takip eder ve onların bu yolculukları, izleyicinin duygusal anlamda bağ kurmasını sağlar. Sinematografi ve Görsel Anlatım Mikhail Krichman’ın görüntü yönetmenliği, The Return ’ün görsel anlamda güçlü bir deneyim sunmasını sağlar. Filmde kullanılan uzun çekimler ve yavaş hareketler, karakterlerin içsel dünyasına derinlemesine bir bakış sunarken, aynı zamanda izleyicinin hikayeye tamamen dalmasını sağlar. Doğal ışık kullanımı, çorak manzaraların ve minimalist prodüksiyon tasarımının yanı sıra, kasvetli bir atmosfer yaratır. Mavi tonlarındaki renk paleti, hem Sovyetler Birliği’nin çöküşüne hem de filmdeki yalnızlık, izolasyon ve duygusal kopukluk temalarına hizmet eder. Simgesel anlamda bu renkler, bir toplumun ve bireylerin ruhsal çöküşünü yansıtır. Film boyunca kullanılan doğal sesler, özellikle rüzgar, su ve ayak sesleri, izleyiciye çevreye dair güçlü bir varlık hissi verirken, aynı zamanda gerilim ve beklenmedik olaylar için zemin hazırlar. Mizansen ve Ses Tasarımı: Gerilim ve Atmosfer The Return ’ün mizanseni, karakterlerin içsel dünyalarını ve filmin tematik derinliğini anlatmak için özel olarak tasarlanmıştır. Çorak manzaralar ve seyrek iç mekanlar kullanılarak, karakterlerin yalnızlıkları ve izolasyonları vurgulanır. Set dekorasyonu minimalisttir, bu da filmi daha içsel bir yolculuğa dönüştürür. Filmde kullanılan ses tasarımı, gerilim yaratmak amacıyla çok ince ve dikkatli bir şekilde kullanılmıştır. Müzik ise sınırlı bir şekilde kullanılır ve sadece kritik sahnelerde yoğunluğu artırır. Bu minimalist yaklaşım, karakterlerin duygusal evrimini ve filmdeki atmosferi daha derinlemesine hissettirmeyi amaçlar. Filmdeki Temalar: Kimlik, Aile ve Geçmişle Yüzleşme The Return ’ün temel temaları, kimlik, aile bağları ve geçmişle yüzleşme üzerine kuruludur. Filmin başından itibaren, çocuklar babalarını anlamaya çalışırken, izleyici de sürekli olarak babanın geçmişi hakkındaki gizemi çözmeye çalışır. Baba ve çocuklar arasındaki ilişkilerin dinamiği, her birinin geçmişiyle yüzleşmesi üzerinden şekillenir. Film, özellikle Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası bireysel kimliklerin yeniden inşasını ve ailenin bu süreçteki rolünü sorgular. Zvyagintsev, karakterlerin yüzleşmeleri ve değişimleri aracılığıyla izleyiciyi, toplumun ve bireylerin kimliklerini, aile bağlarını ve geçmişle olan ilişkilerini yeniden düşünmeye sevk eder. Film, kişisel bir yolculuk olmanın ötesinde, geniş çapta toplumsal bir yansıma da sunar. Zirve Sahne: Baba ve Oğul Arasındaki Gerilim Filmin zirve sahnesi, babanın oğullarıyla birlikte bir gölde balık tutmaya gitmesidir. Bu sahne, baba ile Andrei arasındaki gerginliği ve oğlun babasına karşı hissettiği karmaşık duyguları tetikler. Baba, oğullarını teknede bırakıp onları sınamaya karar verir; ancak olaylar trajik bir şekilde gelişir ve baba gözetleme kulesinden düşerek hayatını kaybeder. Bu doruk sahne, hem babanın, hem de oğullarının içsel dünyalarındaki değişimin doruk noktasıdır. Baba, bir otorite figürü olarak her zaman güçlü bir şekilde var olurken, finaldeki ölüm, onun maskesinin düşmesine ve oğullarının bu otoriteyi farklı bir biçimde algılamalarına yol açar. Sonuç The Return , sinematografisi, tematik derinliği ve karakter gelişimiyle güçlü bir sinematik deneyim sunar. Zvyagintsev’in yönetmenliği ve Mikhail Krichman’ın görüntü yönetmenliği, hem görsel hem de işitsel açıdan izleyiciye unutulmaz bir deneyim yaşatır. Film, bir ailenin içsel çatışmalarını ve kimlik arayışını işlerken, toplumsal bir dönüşümün de izlerini sürer. Her bir karakterin yolculuğu, hem kişisel hem de evrensel bir keşif sunar ve The Return , izleyicisini düşündürmeye devam eden bir film olarak kalır. Ege Üniversitesi Psikoloji Öğrencisi Emirhan USLU
- Başarısızlığın Gizli Nedeni: Kendini Sabotaj
Hayatta birçok kez şunu düşünmüşüzdür: “Neden bir türlü ilerleyemiyorum?” Hedefler belirleriz, planlar yaparız ama garip bir şekilde sonuca ulaşamayız. Bazen motivasyonumuz hızla düşer, bazen de tam yol alacakken nedensiz bir şekilde geri çekiliriz. Bu durumda çoğu zaman dış koşulları suçlarız: zaman yok, imkan yok, insanlar desteklemiyor… Ancak tüm bu engellerin ardında fark etmeden kendimize kurduğumuz tuzaklar olabilir. Kendini Sabotaj Etmek Ne Anlama Gelir? Kendini sabotaj etmek, kişinin bilinçli ya da bilinçdışı şekilde kendi başarısını, mutluluğunu veya gelişimini engelleyen davranışlar sergilemesidir. Yani kişi kendi önüne taş koyar. Bu davranışlar çoğu zaman mantıklı gerekçelere dayanıyor gibi görünür; oysa altında yatan şey genellikle korkular, negatif inançlar ve düşük özdeğer duygusudur. Bu sabotaj hali, bir nevi kişinin kendi potansiyeline ulaşmasını engelleyen içsel bir fren sistemidir. Kendini Sabotaj Etmenin Gizli Yolları Erteleme Sıklıkla karşılaşılan bir sabotaj biçimidir. "Yarın yaparım", "Şu an zamanı değil", "Biraz daha araştırayım" gibi bahanelerle eyleme geçmeyi erteleriz. Ama aslında çoğu zaman bu ertelemenin altında başarısızlık korkusu, eleştirilme endişesi ya da mükemmel olma baskısı yatar. Aşırı Eleştirel İç Ses “Yetersizsin.” “Zaten kimse seni ciddiye almaz.” “Başarsan bile uzun sürmez.” Bu tarz iç sesler kişiyi sürekli aşağıya çeker. Zamanla bu düşünceler gerçeğe dönüşür çünkü kişi buna uygun davranmaya başlar. Başarıdan Korkmak Evet, başarısızlık kadar başarı da korkutucu olabilir. Çünkü başarı; daha fazla sorumluluk, dikkat çekme, yalnız kalma ya da beklentiyle karşılaşma anlamına gelebilir. Bu nedenle bazı insanlar farkında olmadan başarıdan uzak durmak için kendilerini geri çeker. Mükemmeliyetçilik Mükemmeliyetçi kişiler, işe başlamadan önce her şeyin kusursuz olmasını bekler. Sonuç yeterince iyi olmayacaksa hiç başlamamak daha güvenlidir diye düşünürler. Ama bu tavır, üretkenliği baltalar ve kişinin sürekli yerinde saymasına neden olur. Kendi İhtiyaçlarını Geri Plana Atmak “Önce diğerleri mutlu olsun.” Bu düşünce biçimi özellikle çocuklukta duygusal ihtiyaçları görülmeyen bireylerde gelişir. Sürekli başkalarının isteklerini kendi ihtiyaçlarının önüne koymak, uzun vadede benlik kaybına ve kronik tatminsizliğe yol açar. Sağlıksız İlişkileri Sürdürmek Kişi kendini değersiz hissettiği bir ilişkide kalmaya devam ediyorsa, bu da bir sabotaj biçimidir. Çünkü bu ilişkiler, kişinin kendine dair olumsuz inançlarını besler: “Daha iyisini hak etmiyorum”, “Zaten beni seven olmaz”. Sürekli Yeni Başlangıçlar Yapmak ama Bitirememek Kitaplara başlayıp yarıda bırakmak, kurslara yazılıp devam etmemek, projeleri başlatıp tamamlamamak… Bunlar motivasyon eksikliği gibi görünse de aslında derinlerde “tamamladığında ortaya çıkacak değerlendirilmeyle” yüzleşme korkusunu barındırır. Kendini Sabote Ettiğini Nasıl Anlarsın? Aşağıdaki ifadeler sana tanıdık geliyorsa, kendini sabote ediyor olabilirsin: “Sanki her şeyi yapabilecek kapasitem var ama bir türlü başlayamıyorum.” “Çok iyi fırsatlar yakalıyorum ama ya kaçırıyorum ya da bozuyorum.” “Kendimle savaş halindeyim.” “İlerlemem gerekirken hep aynı noktadayım.” “Başarırsam insanlar benden daha fazlasını bekler diye korkuyorum.” Bu Davranışların Altında Ne Yatar? Kendini sabotaj etmenin kökünde genellikle şu psikolojik dinamikler yatar: Düşük özsaygı ve değersizlik hissi Çocuklukta koşullu sevgiye maruz kalmak (örneğin: sadece başarılıyken takdir edilmek) Travmalar ve reddedilme deneyimleri Başarıyı sürdüremem korkusu Kendini Sabotaj Döngüsünden Nasıl Çıkılır? Fark Et İlk adım her zaman farkındalıktır. Kendine şu soruyu sor: Bu davranışı gerçekten dış koşullar nedeniyle mi yapamıyorum, yoksa kendimi mi engelliyorum? İç Sesinle Yüzleş Kendine nasıl konuştuğuna dikkat et. Negatif iç sesi fark ettiğinde onu sorgula: “Bu düşünce bana mı ait yoksa bana zamanında söylenen bir şey mi?” Küçük ve Gerçekçi Adımlar At Büyük hedefler seni korkutuyorsa, onları parçalara ayır. Her küçük adım ilerleme sağlar ve kendine olan güvenini artırır. Başarıyı Normalleştir Küçük başarılarını kutla. Başarıyı bir tehdit değil, yaşamın doğal bir sonucu gibi görmeyi öğren. Destek Al Kendini sabotaj döngüsünden çıkmak kolay değildir çünkü çoğu zaman bilinçdışında işler. Bu noktada psikolojik destek almak, düşünce kalıplarını yeniden yapılandırmana yardımcı olur. Psikolog Yunus Öztürk
- İçine Bakabilme Cesareti: Zihin, Beden ve Duyguların Farkındalıkla Buluşması
Günümüzün hızlı temposu, çoğu zaman bizi kendimizden uzaklaştırır. Dışarıya odaklanır, yetişmeye çalışır, başkalarının beklentilerini karşılamaya çabalarken kendi iç sesimizi duyamaz hale geliriz. Ama bazen bir cümle, bir duraksama, bir bedensel belirti bile içimizde çakan kıvılcımları hatırlatır: ''Ben ne yaşıyorum?'' ''Bu his nereden geliyor?'' ''Bu tepkiyi neden bu kadar yoğun verdim?'' İşte bu sorular, kendine yolculuğun ilk adımlarıdır. Üstelik bu yolculuk zihinsel değil; bedensel, duygusal ve nörobiyolojik bir yolculuktur. Duygular Sadece ''Zihinsel'' Değildir! Modern nörobilim bize şunu çok net bir şekilde söylüyor: Duygular yalnızca soyut düşünceler değildir; fizyolojik süreçlerdir. Yani “üzgünüm” demek yalnızca bir ruh hali ifadesi değil aynı zamanda: Kalp atışınızın yavaşlaması, Kaslarınızda bir gevşeme ya da sertlik, Midenizde bir boşluk hissi, Gözyaşı üretimi gibi bedensel tepkileri de beraberinde getirir. Bu süreçleri yöneten beyin bölgesi limbik sistem dir. Özellikle amigdala , korku, öfke, kaygı gibi temel duyguların hızlı tepkilerini yönetirken; hipokampus duygusal anıları arşivler, hipotalamus ise bedenin fizyolojik yanıtlarını organize eder. Neden Kendimizi ''Aşırı Tepki Veriyor'' Hissederiz? Bazen çok küçük bir olay, içimizde çok büyük bir duyguya sebep olabilir. Biri bize sesini yükseltir, biz çocukluğumuzda bastırılmış bir korkuyla tetikleniriz. Bir plan iptal olur ve içimizde terk edilme duygusu yükselir. Bu yalnızca bugünün değil, geçmişin de duygusal hafızasıdır. Prefrontal Korteks: Farkındalıkla Tepki Verme Bizi insan yapan yalnızca duygu üretmek değil, o duyguyu yönetebilmektir. Beynin en gelişmiş bölgesi olan prefrontal korteks , işte bu noktada devreye girer. ''Dur, bu his ne?'' veya ''Tepki vermeden önce düşüneyim'' diyebildiğimiz her an, bu bölge aktiftir. Ama stres altındayken ne yazık ki bu bölge devre dışı kalır; kontrol tamamen duygusal beyin yapılarına geçer. Bu nedenle kendini tanıma süreci, sadece psikolojik değil; nörofizyolojik bir dönüşüm dür. Beynin yapısını yeniden organize etmek, duygulara alan açmak ve düşünce-duygu-davranış döngüsünü fark etmek mümkündür. Düşünce – Duygu – Davranış Üçlüsü Zihnimiz bir olayı yaşar, onu geçmiş deneyimlere göre yorumlar ve buna göre duygular üretir. Örneğin: Düşünce: “Beni ciddiye almıyorlar” Duygu: Kaygı, öfke, kırgınlık Davranış: Geri çekilme, savunma, patlama Bu üçlü, çoğu zaman saniyeler içinde yaşanır. Ama fark ettikçe yavaşlatmak mümkündür. İşte o zaman otomatik tepkiler yerini bilinçli tercihlere bırakır. İçimizdeki Çocuğun Sesi Hepimizin içinde çocukluk döneminden kalma bir ses var olabiliyor. ''Yetersizsin'' ''Ağlama, güçlü ol'' ''Hep sen suçlusun'' ''Kimse senin gibi biriyle arkadaş olmak istemez'' ''Çok kötü bir insansın'' ''Asla başarılı olamayacaksın'' Bu sesler bazen ebeveynlerden, öğretmenlerden ya da yaşanmış travmalardan gelir. Bu sesleri fark etmek ve ''Bunlar benim inancım mı yoksa geçmişin yankısı mı?'' diye sormak; içsel özgürlük için kritik bir adımdır. Duygularla Kalmak Duygular çoğu zaman rahatsız edicidir. Kaygı, öfke, utanç, suçluluk... Kaçmak isteriz. Ama duygular bastırıldığında fiziksel belirtilerle geri döner: Kronik ağrılar Uyku problemleri Bağırsak sorunları Tükenmişlik hissi Oysa duyguyu tanımak, adlandırmak ve kalmak , iyi bir süreçtir. Duygular geçicidir. Onlarla kalabildiğimizde, onların içinden geçebiliriz. Onları isimlendirdikçe etkisini azaltırız. İçgörü: Anlamak, Değiştirmenin Anahtarıdır! Bir duygunun neden geldiğini fark ettiğimiz an, içimizde bir aydınlanma yaşanır. Bu sadece psikolojik değil; aynı zamanda nörolojik bir süreçtir. Prefrontal korteks devreye girer, düzenleme başlar. İşte bu andan itibaren kişi artık otomatik pilottan çıkar; kendi iç rehberini duymaya başlar. Son Söz: En Uzun Ama En Derin Yol Kendini tanımak, hızlı bir çözüm değil ama en kalıcı, en dönüştürücü süreçlerden biridir. Duygularınıza kulak verdiğiniz, bedeninizi dinlediğiniz, düşüncelerinizi sorguladığınız her an kendinize bir adım daha yaklaşmış olursunuz. Unutmayın: ''Kendine dönen yol, en uzun ama en derin yoldur.'' Ve siz bu satırları okuyorsanız, çoktan ilk adımı atmışsınız demektir. 🌿
- Kitap Analizi: Gabriel Garcia Marquez - Aşk ve Öbür Cinler
GABRIEL GARCÍA MÁRQUEZ KİMDİR? Gabriel García Márquez (6 Mart 1927 – 17 Nisan 2014), Kolombiyalı yazar, gazeteci ve Nobel Edebiyat Ödülü sahibi bir edebiyatçıdır. 20. yüzyılın en önemli Latin Amerikalı yazarlarından biri olarak kabul edilir. Özellikle “büyülü gerçekçilik” türündeki eserleriyle tanınır. Romanlarında gerçekçi olayları, halk anlatıları ve doğaüstü ögelerle iç içe geçirerek kendine has bir anlatıma sahiptir. En bilinen eserleri arasında; Yüzyıllık Yalnızlık, Kolera Günlerinde Aşk ve Kırmızı Pazartesi yer alır. 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır. Eserlerinde Latin Amerika’nın sömürge geçmişi, toplumsal adaletsizlikler, aşk, kader, ölüm ve zaman gibi temaları işler. Bu yazımızda Marquez’in yine bilinen ve etkileyici romanlarından biri olan Aşk ve Öbür Cinler’i ele alacağız. AŞK VE ÖBÜR CİNLER KİTAP ANALİZİ Gabriel García Márquez’in 'Aşk ve Öbür Cinler' romanı, sadece büyülü gerçekçilik akımının güçlü bir örneği değil; aynı zamanda gelişimsel psikoloji ve bağlanma kuramı açısından derin bir inceleme fırsatı sunar. Kitap, gençliğinde gazetecilik yapan anlatıcının bir kazı sırasında saçları hâlâ uzamış halde bulunan 12 yaşındaki bir kızın mezarına rastlaması ve bu kızın hikâyesini ailesinden duymuş olması üzerine, onun yaşam öyküsünü anlatmasıyla başlar. Romanın ana karakteri Sierva María'nın erken dönem yaşantısı, bağlanma kuramı doğrultusunda değerlendirildiğinde, ihmalin çocuk ruh sağlığı üzerindeki etkilerini net bir şekilde ortaya koyar. Annesi madde bağımlısıdır ve kızını reddetmiştir, babası ise aslında Sierva’yı anlamaya çalışsa da çok beceremez ve kızına karşı ilgisiz kalır. Ailesinden yeterli ilgiyi ve bakımı göremeyen Sierva, evde çalışan kölelerle büyütülür, onlarla zaman geçirir, dillerini öğrenir, inançlarını benimser. Kölelerle kurduğu ilişkiler, Sierva’nın birincil bakım vereni eksikliğini telafi etmeye çalıştığını ve güvenli bağlanma ihtiyacını farklı figürler üzerinden karşılamaya yöneldiğini gösterir. Sierva Maria, birgün pazarda bir köpek tarafından ıssırılır ve ıssıran köpeğin kuduz olduğu iddia edilir. Sierva’da herhangi bir belirti görülmemesine rağmen zaman içinde uygunsuz ve tuhaf olarak yorumlanan davranışları daha çok dikkat çekmeye başlar. Hatta kuduzdan çok doğaüstü bir durum olduğu düşünülür. Babası Sievra’yı tedavi ettirmek için her yere götürse de bir iyileşme durumu görülmez. Bu nedenle de son çare olarak kızını manastıra kapatmaya karar verir. Kapattığı yerde Sievra’ya halk diliyle “şeytan çıkarma” yapılacaktır. Elbette hiç kimse ihmal edilmiş, sevgisiz büyüyen bir çocuğun iç dünyasını fark edememiş, Sierva’nın tuhaf olarak adlandırdıkları davranışlarını doğaüstü bir mite bağlamışlardır. Temel olarak, kuduz hastalığı üzerinden sembolize edilen toplumsal korkular, Sierva'nın ruhsal durumunun yanlış yorumlanmasına neden olur. Psikolojik sorunların nasıl doğaüstü mitlere bağlandığını ve ihmal edilmiş bir çocuğun anlaşılmadan damgalandığını gösterir. Sievra María’nın kapatıldığı manastırda görevlendirilen Rahip Cayetano Delaura, Gabriel García Márquez’in ‘Aşk ve Öbür Cinler’ romanındaki en karmaşık karakterlerden biridir. Cayetano Delaura karakter analizi yapıldığında, onun hem eğitimli hem de duygusal bir yapıya sahip olduğu görülür. Kitaplara düşkünlüğü ve entelektüel derinliğiyle dikkat çeken rahip, zamanla inancı ve aşkı arasında sıkışan bir adama dönüşür. Cayetano, başta Sierva’ya dini bilgilerle yaklaşır. Ama zamanla onun farklı bir kişiliği olduğunu görür ve bu durum onu içten içe değiştirir. Sierva María ile Cayetano arasında gelişen yoğun ve tutkulu aşk, hem toplumsal normlara hem de Katolik Kilisesi kurallarına aykırıdır. Cayetano, Sierva María’ya karşı hissettiği aşk nedeniyle büyük bir içsel çatışma yaşar. Bir yandan Tanrı’ya olan bağlılığı, diğer yandan Sierva’ya duyduğu güçlü duygular arasında kalır. Aralarındaki bu yasak aşk, kilise kurallarına ve toplumsal normlara aykırı olduğu için gizli yaşanır ancak zamanla bu durum manastırdaki diğer rahibeler ve üst düzey din adamları tarafından fark edilir. Bu nedenle Cayetano görevinden alınır ve uzak bir yere gönderilir. Sierva ise manastırda ağır cezalara maruz kalır; zincirlenir, aç bırakılır ve işkence görür. Hem fiziksel hem de psikolojik olarak çok zor bir duruma düşer. Gabriel García Márquez’in Aşk ve Öbür Cinler kitabında anlatılan bu bölüm, yasak aşkın psikolojik etkilerini, toplumsal baskının birey üzerindeki zararlarını ve çocukluk döneminde yaşanan travmaların sonuçlarını açık bir şekilde gösterir. Sierva María’nın yaşam öyküsü, erken dönem ihmalin ve güvensiz bağlanmanın bireyin kimlik gelişimi üzerindeki yıkıcı etkileri, gelişimsel psikoloji ve bağlanma kuramı perspektifinden değerlendirildiğinde; Sierva'nın davranışlarının aslında anormal değil, anlaşılmamış olduğu fark edilir. Onun yaşadığı aşk ise, eksikliğini hissettiği temas kurma, görülme ve sevilme çabasıdır. Toplumsal normlar, dini dogmalar ve yetişkinlerin ihmali, bir çocuğun içsel dünyasını tanımak yerine bastırmasına neden olmuştur. Aşk ve Öbür Cinler" sadece bir aşk hikâyesi değildir. Aynı zamanda bağlanma sorunları, ebeveyn ihmali, dini baskılar ve çocuklukta yaşanan travmalar gibi psikolojik konular üzerine farkındalık yaratan bir eserdir. Yazar: Gabriel Garcia Marquez Yayınevi: Can Yayınları Sayfa sayısı: 184 Yayın tarihi: 1994 Psikoloji Öğrencisi Ceren Göle
- Bazen Sessizce Kaçarız: Ghostlama'nın Psikolojisi
Günümüz ilişkilerinde en sık rastlanan ama en az konuşulan duygusal kopuş biçimlerinden biri ghostlamadır. Her şeyin yolunda gittiğini düşündüğün bir anda, karşındaki kişi sessizleşir. Mesajlarına cevap vermez, aramalarına dönmez, sosyal medya hesaplarında hâlâ aktif olsa bile artık seninle hiçbir şekilde iletişim kurmaz. Ne bir açıklama vardır ortada, ne de bir veda. Sadece bir boşluk. Bu yazıda, ghostlamanın ne olduğunu, arkasındaki psikolojik nedenleri ve ghostlanan kişinin iç dünyasında neler yaşandığını anlamaya odaklanıyoruz. Aynı zamanda dijitalleşen dünyada ilişkilerin nasıl kırılgan hale geldiğini ve bu kırılganlığın ruhsal etkilerini de irdeleyeceğiz. Ghostlama Nedir? Ghostlama, bir kişinin iletişimde olduğu başka bir kişiden aniden, açıklama yapmadan, tamamen kopması anlamına gelir. Sıklıkla flört ilişkilerinde görülse de arkadaşlık, aile bağları ve hatta profesyonel iletişimlerde bile karşımıza çıkabilir. Karakteristik özellikleri şunlardır: Aniden gelişir: Öncesinde hiçbir sorun belirtisi olmayabilir. Sessizlikle gerçekleşir: Her türlü iletişim kanalı kapatılır. Açıklama yapılmaz: Neden olduğu belirsizdir. Kapanış yaşanmaz: Konu hiçbir zaman “tam olarak” bitti diyemezsin. Ghostlama, bir ayrılık şekli değil; ayrılığın inkarı gibidir. Bu da onu daha karmaşık ve duygusal olarak yıpratıcı kılar. İnsanlar Neden Ghostlar? Bir kişinin neden ghostladığını anlamak, davranışı meşrulaştırmaz ama anlamlandırmaya yardımcı olur. Bu davranış çoğu zaman “kötü niyet” değil, baş edememe, kaçınma, duygusal yetersizlik veya travmatik geçmişler kaynaklıdır. 1. Kaçınan Bağlanma Stili Bazı insanlar yakınlık kurmakta zorluk yaşar. Özellikle bağlanma stilleri "kaçınmacı" olan bireyler, duygusal olarak yoğunlaşan ilişkilerde bir anda panik hissi yaşayabilir. Yakınlık onlar için tehlike gibidir. Bu kişiler, yüzleşmektense sessizce uzaklaşmayı tercih eder. Çünkü ayrılık konuşmaları onlar için “duygusal tehdit” gibi algılanabilir. 2. Duygusal Olgunlaşmamışlık Her birey duygusal olarak aynı düzeyde gelişmemiştir. Bazıları zor duygularla baş etmeyi ya da ilişkilerde açıklıkla konuşmayı henüz öğrenmemiştir. Bu kişiler, “onunla konuşursam üzülür” diyerek kendi rahatını önceler ve kaçmayı tercih eder. Oysa gerçek şu ki, duygusal olgunluk, zor konuşmaları yapabilme cesaretidir. 3. Kendini Koruma Eğilimi Karşı tarafın vereceği tepki, suçlama ya da dramatik bir sahneyle başa çıkamayacağını düşünen bazı kişiler, bu durumlardan korunmak için iletişimi tamamen keser. Bu bir çeşit savunma mekanizmasıdır. Ancak bu mekanizma, sadece kendi konforunu korur; karşısındakini duygusal bir çıkmaza iter. 4. “Zaten Gerçek Bir Şey Değildi” Algısı Özellikle dijital ortamlarda tanışılan, kısa süreli iletişimler ghostlamayı daha “haklı” kılar gibi algılanabilir. “Zaten yüz yüze bile görüşmedik” ya da “çok resmî bir şey yoktu” gibi bahanelerle açıklama ihtiyacı duyulmaz. Oysa insan zihni bağ kurma süresini değil, bağın niteliğini önemser. Dolayısıyla dijital olması, yaşanan şeyin etkisini azaltmaz. Ghostlanan Kişinin İç Dünyası Ghostlanmak, sadece bir kişiyi kaybetmek değil; aynı zamanda anlam arayışında boğulmak demektir. Çünkü ortada net bir kapanış yoktur. Kişi, olanları defalarca zihninde analiz eder: “Acaba bir şey mi söyledim?” “Çok mu üstüne gittim?” “Yanlış bir mesaj mı attım?” “Beni birden neden istemedi?” Bu tür sorular kişinin kendine yönelmesini sağlar ama sağlıksız bir şekilde: Kendisini suçlamaya başlar. Bu durum özellikle düşük özsaygıya sahip bireylerde daha da yıkıcı olabilir. Ayrıca ghostlama, geçmişteki terk edilme, değersizlik ya da yalnız bırakılma travmalarını da tetikleyebilir. Kimi zaman, ghostlanan kişi yıllar sonra bile bu belirsizliğin izlerini taşır. Ghostlama Neden Bu Kadar Yaygınlaştı? Dijitalleşme, iletişimi kolaylaştırdığı gibi duygusal bağları da yüzeyselleştirdi. Tanışmak bir “kaydırma” hareketi kadar kolayken, bağ kurmak zorlaştı. Ve maalesef, kopmak da bir butona basmak kadar basit hale geldi. Günümüz ilişkilerinde sıkça gördüğümüz dinamikler: Tüketim kültürü: İnsanlar artık daha kolay vazgeçiyor. Bir şey sorunluysa tamir etmek yerine yenisini arıyor. Alternatif bolluğu: "Onunla olmadıysa, bir başkası olur" düşüncesiyle insanlar emek vermekten uzaklaşıyor. Yüzleşmeyi gereksiz görmek: “Zaten çok tanımıyordum, neyi açıklayayım ki?” diyerek sorumluluktan kaçılıyor. Sosyal medya pasif agresyonu: Ghostlayan kişi bir anda yok olmuyor, genelde hâlâ oradadır. Hikaye atar, çevrimiçidir ama sen ulaşamazsın. Bu durum, karşı tarafın zihinsel yükünü daha da ağırlaştırır. Ne Yapabilirsiniz? Ghostlamamak için: Nazik ama net olun: Artık devam etmek istemediğinizi açıklamak, düşündüğünüz kadar zor ya da kırıcı olmak zorunda değil. İletişimden kaçmayın: Kısa bir “Ben artık bu iletişimi sürdürmek istemiyorum ama seninle tanışmak güzeldi” demek bile büyük bir fark yaratır. Empati kurun: Sizin için küçük bir kaçış, karşı taraf için büyük bir belirsizlik olabilir. Ghostlandığında: Kendine dön: Bu davranış, senin yetersizliğin değil; karşı tarafın iletişim şeklidir. Kapanışı kendin yap: Karşındaki vermediğinde, zihninde süreci bitirebilmek sağlıklı bir adımdır. Karşı tarafın sana nasıl davrandığı, senin değerin hakkında bir ölçüt değildir. Gerçek soru şudur: Sen kendine ne kadar değer veriyorsun? Psikolog Yunus Öztürk
- Kitap Analizi: Paulo Coelho'nun Simyacı Adlı Eseri
Paulo Coelho Yazar Hakkında Paulo Coelho (d. 1947, Rio de Janeiro), gençliğinde ailesinin beklentilerine karşı gelerek sanatçı olma yolunu seçmiş, bu süreçte çeşitli zorluklar yaşamış ve çevresi tarafından psikolojik olarak sıkıntılı süreçlerden geçtiği düşünülen Brezilyalı bir yazardır. Hayatını derinden etkileyen ve spiritüel bir uyanış yaşamasına neden olan 1986'daki Santiago de Compostela hac yolculuğu, onun yazarlık kimliğinin temelini atmıştır. Bu deneyim ve hayatındaki diğer arayışlar, eserlerine yansıyan Kişisel menkıbe, kader, aşk ve maneviyat gibi temaların ana kaynağı olmuş, Simyacı başta olmak üzere kitaplarıyla dünya çapında milyonlarca okura ulaşarak onları kendi içsel yolculuklarına çıkmaya teşvik etmiştir. 25. Yıl Özel Baskı Karton Kutu Kapağı Kitabın Konusu Simyacı, bireyin hayallerinin ve kalbinin sesinin peşinden gitmesinin önemini, kişisel menkıbe olarak adlandırılan kişisel kaderi veya yaşam amacını bulma ve gerçekleştirme sürecini anlatır. Kitap; evrenin işaretlerini okuyabilme, korkuları aşma, sabır, aşkın dönüştürücü gücü ve asıl hazinenin genellikle insanın kendi içinde veya başladığı yerde olduğu fikrini işler. Temelde dışsal bir arayışın nasıl içsel bir keşfe ve dönüşüme yol açtığını konu alır. Kitabın Özeti Simyacı, Santiago adında Endülüslü genç bir çobanın hikayesini anlatır. İki kez gördüğü bir rüya üzerine İspanya'dan Mısır Piramitleri'nin eteklerinde olduğuna inandığı bir hazineyi bulmak için uzun ve maceralı bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk sırasında sürüsünü satar, bir bilge kralla (Melkisedek) tanışır ve ondan kişisel menkıbe (bir bireyin hayatta her zaman gerçekleştirmek istediği, en derin arzusu, yaşam amacı veya kaderi) kavramını öğrenir. Afrika'ya geçer, soyulur, bir kristal satıcısının yanında çalışarak para biriktirir. Daha sonra bir İngiliz ile birlikte çölde bir kervana katılır. Kervan yolculuğunda bir vahada Fatıma adında bir çöl kadınına aşık olur ve asıl Simyacı ile tanışır. Simyacı ona doğanın dilini, kalbini dinlemeyi ve korkularıyla yüzleşmeyi öğretir. Pek çok zorluk ve sınavdan sonra Piramitler'e ulaşır ancak hazinenin orada olmadığını aslında başladığı yerde, İspanya'daki terk edilmiş kilisenin avlusundaki incir ağacının altında olduğunu anlar. Geri dönerek hazineyi bulur ve asıl zenginliğin yolculuğun kendisi, öğrendikleri ve yaşadığı dönüşüm olduğunu fark eder. Psikolog Gözüyle Analiz Simyacı, psikolojik açıdan bireyin kendini gerçekleştirme yolculuğunun derin bir alegorisidir; Santiago'nun kişisel menkıbe arayışı, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisindeki en üst basamak olan kendini gerçekleştirme güdüsüyle güçlü bir paralellik taşır ve bireyin içsel potansiyelini keşfetme serüvenini temsil eder. Kitaptaki işaretler ve evrensel dil kavramları, Carl Jung'un kolektif bilinçdışı ve senkronisite teorileriyle örtüşerek bireyin sezgisel bilgeliğe ve evrensel örüntülere nasıl bağlanabileceğini gösterir; rüyalar ve doğadan gelen mesajlar bu bilinçdışı iletişimin araçları olarak işlev görür. Santiago'nun yolculuğu boyunca karşılaştığı korkular (bilinmeyenin korkusu, kaybetme korkusu, başarısızlık korkusu), psikolojideki konfor alanından çıkma direnci ve değişim anksiyetesiyle açıklanabilir; bu korkularla yüzleşip onları aşması, bilişsel yeniden çerçeveleme ve duygusal dayanıklılık geliştirme süreçlerini yansıtır. Simya metaforu, yalnızca metallerin dönüşümünü değil esasen bireyin içsel dönüşümünü yani Jung'un bireyleşme süreci olarak tanımladığı, benliğin ham ve işlenmemiş halinden (kurşun) daha bütünleşmiş, bilge ve rafine bir hale (altın) evrilmesini sembolize eder. Aşkın (Fatıma) hikayeye dahil oluşu, sağlıklı bağlanmanın bireysel büyümeyi nasıl destekleyebileceğini, kişinin kendi yolculuğundan vazgeçmeden sevgi dolu ilişkiler kurabileceğini gösterirken, şimdiki an vurgusu ise bilinçli farkındalık pratiklerinin önemini, geçmişin yüklerinden ve geleceğin kaygılarından arınarak anı deneyimlemenin getirdiği psikolojik rahatlamayı ve berraklığı işaret eder. Tüm bu unsurlar Simyacı 'yı okuyucunun kendi iç dünyasına, motivasyonlarına, korkularına ve dönüşüm potansiyeline dair güçlü bir düşünce aracı haline getirir. Kitabın 181. Sayfasında Bulunan Resim Keyifli Okumalar! 📚 Kitap Adı: Simyacı Yazar: Paulo Coelho Çevirmen: Özdemir İnce Yayınevi: Can Roman Sayfa Sayısı: 185 Baskı: 25. Yıl Özel Baskı (kutulu ve resimli)
- Çocuk Resimlerinin Gizemli Dünyası: Resim Analizi
Çocuk resimlerinin anlamları nelerdir? Çocuklar için resim, yalnızca bir oyun veya eğlence değil aynı zamanda kendilerini ifade edebilecekleri güçlü bir iletişim aracıdır. Çocukların dünyasını anlamak için onların resimlerine dikkatle bakmamız gerekir. Çizdikleri her figür, seçtikleri her renk, kağıda yansıyan her detay, onların duygu dünyasına açılan bir penceredir. Çocuk resimleri, özellikle pedagojik değerlendirmelerde ve oyun terapilerinde vazgeçilmez bir rehberdir. Resim analizi bilgisi de doğal olarak çocukların ihtiyaçlarını anlamak için fazlasıyla önemlidir. Yazımızda özellikle değinmek istediğimiz nokta ise çocukların gelişim dönemlerine göre resimlerinin özellikleri, renklerin ve sembollerin taşıdığı anlamların ve resim analizinin önemini olacaktır. Çünkü bu yolla çocuklarınızın önündeki aydınlık olmanıza bir nebze de olsa katkı sağlayabileceğimizi düşünüyoruz. Keyifli okumalar dileriz. Çocuk Resimlerinde Dönemler: Gelişimsel Yolculuk Karalama Dönemi (2-4 Yaş) Bu dönemde çocuklar ilk çizim deneyimlerini yaşar. Çizgiler genellikle düzensizdir ve temsil edici bir anlam taşımaz. Ancak bu karalamalar, çocukların motor gelişimlerini ve el-göz koordinasyonlarını destekler. 2-3 yaşlarında çocuk, kalemi kol gücüyle hareket ettirirken, 4 yaşına yaklaştıkça parmak kontrolü artar ve çizgiler daha yumuşak bir hal alır. Karalamalar, oyun terapilerinde çocuğun enerjisini yönlendirme ve kendini ifade etme yöntemlerinden biri olabilir. Şema Öncesi Dönem (4-7 Yaş) Bu dönemde çocuklar, gördüklerini ve hissettiklerini sembollerle ifade etmeye başlar. İnsan figürleri basit dairelerden ve çubuklardan oluşur. Renkler genellikle gerçeklikten uzak, çocuğun tercih ettiği parlak ve sıcak tonlardır. 6 yaşına doğru çizimler daha belirgin hale gelir; çocuklar meslek figürleri, detaylı giysiler veya aile üyelerini çizmeye başlar. Bu dönemde yapılan resim analizleri, çocuğun duygusal ve sosyal gelişimine dair ipuçları sunar. Şematik Dönem (7-9 Yaş) Çocukların şekil ve kavram bilgileri bu dönemde çeşitlenir. Figürler arasındaki ilişki ve mekansal düzenlemeler dikkat çeker. Yer çizgisi, gök çizgisi gibi görsel düzenlemeler ortaya çıkar. Çocukların çevresel farkındalıkları artar ve bu durum resimlerine yansır. Örneğin; güneş, bulutlar, ağaçlar ve evlerin detayları bu dönemin vazgeçilmez unsurlarıdır. Gerçekçilik Dönemi (9-12 Yaş) Bu yaş grubunda çocuklar, çizimlerinde detaylara önem vermeye başlar. İnsan figürleri orantılıdır; yüz ifadeleri, giysiler ve mekansal düzenlemeler gerçekçi bir hal alır. Bu dönemde çocuklar çizimlerinden daha fazla memnuniyet bekler ve eleştiriye karşı hassas olabilirler. Resimler, çocuğun sosyal çevresi ve duygusal dünyası hakkında da önemli bilgiler sunabilir. Görünürde Doğalcılık Dönemi (12-14 Yaş) Ergenliğin başlangıcıyla birlikte çizimler soyut anlamlar taşımaya başlar. Gölge ve ışık oyunları, duygusal ifadeler resimlere eklenir. Çocuk, kendi kimlik arayışını resimlerine yansıtır. Bu dönemde çocuğun resimden soğumaması için teşvik edilmesi önemlidir. Semboller ve Renklerin Gücü, Çocuğun Dünyasına Açılan Bir Kapıdır! Çocuk resimlerinde semboller ve renkler, onların duygu dünyasını anlamamızda kritik rol oynar. Bir çocuğun hangi aile bireyini nereye koyduğu, büyüklüğünü ne kadar yaptığı veya onu ne renk olarak resmettiği gibi durumlar bizlere pek çok şey gösterebilir. Semboller: Çocuğun kullandığı figürler, onun iç dünyasını yansıtır. Örneğin, ev figürü çocuğun güvenlik ihtiyacını, ağaç ise büyüme ve gelişme arzusunu temsil edebilir. İnsan figürlerinde eksik bırakılan detaylar (örneğin, eller ya da ağız) çocuğun kendini ifade etmekte zorlandığını gösterebilir. Renkler: Renk seçimi çocuğun ruh haline dair ipuçları verir. Parlak ve sıcak renkler mutluluğu ve enerjiyi, koyu tonlar ise kaygı ve korkuyu yansıtabilir. Örneğin, sürekli kırmızı kullanan bir çocuk, dikkat çekmeye çalışıyor ya da çok enerji dolu bir ruh halinde olabilir. Yerleşim: Figürlerin kağıt üzerindeki yerleşimi de çocuğun sosyal ilişkilerini ve duygusal ihtiyaçlarını anlamamıza yardımcı olur. Örneğin, bir çocuk kendisini resimde ebeveynlerinden uzak bir noktaya çizebilir. Bu durum, duygusal bir kopukluğa işaret edebilir. Çocuk resimleri, çocukların kendilerini ifade etmekte zorlandığı durumlarda onların sözel olmayan bir iletişim kanalı olur. Ancak her birey yani her çocuk biriciktir ve analiz bilgilerinden bir genelleme yapmak doğru değildir. Bu durumda çocuğun psikolojik durumu, aile yapısı, bireysel özellikleri, bulunduğu çevre, bulunduğu dönem gibi farklı noktalara da dikkat etmek gerekir. Bu yüzden resim analizi ile kesin bir kanıya varmamak ve gerekiyorsa bu konuda tecrübeli bir uzmana danışmak önemlidir. Oyun Terapisinde Resmin Önemi: Çocuklar oyun terapisi seansları sırasında oynadıkları oyunlar ve çizdikleri resimler aracılığıyla kendilerini ifade eder. Bu etkinlik özellikle travma yaşamış çocuklar için güvenli bir alan yaratabilir. Çocuk Psikologlarının Değerlendirmesi: Çocuk resimleri, çocuk alanında çalışan ve resim analizi konusunda eğitim almış psikologlar ve danışmanlar için önemli bir tanı aracıdır. Çocukların çizimlerinden yola çıkarak aile dinamikleri, özgüven düzeyi, kaygıları ve sosyal ilişkileri hakkında bilgi elde edinilebilir. Online Terapilerde Resim Analizi: Teknolojinin gelişmesiyle birlikte online terapi hizmetleri de yaygınlaşmıştır. Online platformlarda çocukların çizdikleri resimlerin analiz edilmesi, uzaktan da onların ihtiyaçlarının belirlenmesine olanak tanır. Resim analizi, yalnızca çocukların duygusal ve zihinsel sağlığına katkıda bulunmakla kalmaz aynı zamanda ebeveynlerin çocuklarını daha iyi anlamalarına da yardımcı olur. Çocuk resim analizi, onların dünyasına açılan büyülü bir kapıdır. Her dönem, her çizgi ve her renk, çocuğun gelişim sürecindeki bir adımı temsil eder. İzmir Karşıyaka’da bulunan psikolojik danışmanlık merkezimizde oyun terapisi ve çocuk psikologluğu alanında deneyimli uzmanımızla çocukların çizimlerini yorumlayarak onların iç dünyalarına ışık tutabilirsiniz. Unutmayalım; bir çocuğun çizdiği her resim, onun anlatmak istediği bir hikayedir. Ve biz, bu hikayeleri dikkatle dinlediğimizde onlara en iyi şekilde destek olabiliriz. Sağlıkla kalın.
- Kitap Analizi: Saç Örgüsü- Laetitia Colombani
Laetitia Colombani Kimdir? Laetitia Colombani, Fransız yazar, senarist ve oyuncudur. Paris'te doğan Colombani, yazarlık kariyerine tiyatro ve senaryo yazarlığı ile başladı. Eserlerinde özellikle kadınların yaşam mücadelesi, psikolojik dayanıklılıkları ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği temalarını işleyerek dikkat çeker. Saç Örgüsü adlı kitabı, üç farklı ülkede yaşayan üç kadının hayatını anlatır: Hindistan’da Smita, İtalya’da Giulia ve Kanada’da Sarah. Bu kadınlar birbirini tanımasalar da hayat mücadeleleri bir noktada ortaklaşır. Kadın dayanışması, toplumsal baskılar, kimlik arayışı ve psikolojik güçlenme gibi önemli konuları işler. Kitap dünya çapında büyük ilgi görmüş ve birçok dile çevrilmiştir. 1. Kadın Psikolojisi ve Toplumsal Baskılar Kitaptaki her karakter, yaşadığı toplumda kadın olmanın getirdiği zorluklarla mücadele eder: Smita, Hindistan’daki kast sisteminde “dokunulmaz” olarak sosyal dışlanmaya maruz kalır. Bu sosyal dışlanma, onun benlik saygısı üzerinde derin olumsuz etkiler yaratır; kendini değersiz ve toplumdan izole hissetmesi, kronik bir düşük benlik algısına yol açabilir. Ancak kızına daha iyi bir gelecek sağlama arzusu, Smita’nın içsel motivasyonunu ve psikolojik dayanıklılığını tetikler. Bu durum, onun özgüvenini yeniden inşa etmesini sağlar ve annelik rolü üzerinden anlam bulmasına yardımcı olur. Annelik, Smita için sadece biyolojik bir rol değil, aynı zamanda kendini değerli hissetmenin, hayata tutunmanın ve toplumsal kısıtlamalara rağmen umut beslemenin bir aracıdır. Bu süreçte Smita, travma sonrası büyüme (post-traumatic growth) gösterebilir; yani yaşadığı zorlukların üstesinden gelerek kişisel güçlenme ve anlam bulma yoluna girer. Giulia, babasının ani ölümüyle karşı karşıya kaldığında hem yas süreciyle baş etmek hem de aile işinin sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Yas süreci, duygusal dalgalanmalar, kayıp duygusu ve hatta depresyon riski taşır. Aynı zamanda, ailesine karşı hissettiği sorumluluk duygusu, onun kimlik gelişimini önemli ölçüde etkiler. Bu dönemde Giulia, krizle başa çıkma becerilerini aktif hale getirir; problem çözme, stres yönetimi ve duygusal regülasyon ön plana çıkar. Yas ve sorumluluklar arasındaki dengeyi kurmak, onun psikolojik esnekliğini artırır. Bu süreçte kimliğinin farklı yönlerini yeniden keşfeder ve olgunlaştırır. Böylece Giulia, kişisel gelişim ve psikolojik dayanıklılık açısından kritik bir evreyi deneyimler. Sarah, başarılı bir avukat olarak güçlü ve kontrol sahibi biri olarak tanımlanırken, kanser teşhisi onun hayatını derinden sarsar. Hastalık, kontrol kaybı, belirsizlik ve ölüm korkusu gibi yoğun travmatik duyguları beraberinde getirir. Sarah’nın güçlü görünme çabası, aslında bir savunma mekanizmasıdır (örneğin inkâr veya bastırma). Bu savunma, onun psikolojik dengesini koruma amaçlıdır ancak hastalıkla yüzleşme sürecinde kırılganlık ve savunmasızlık duyguları giderek öne çıkar. Bu durum, duygusal dayanıklılığını test eder ve duygusal esneklik geliştirmesi gereken bir psikolojik meydan okumadır. Sarah, psikolojik açıdan travma sonrası stres tepkileri gösterebilir ancak zamanla destek ve kendi kaynakları sayesinde psikolojik direnç (resilience) kazanır. Bu süreçte, kendi duygularını kabul etmek ve kırılganlığını paylaşmak, iyileşmenin önemli parçaları haline gelir. 2. Travma ve Dayanıklılık Üç kadın karakter, farklı kültürlerde farklı zorluklarla karşılaşsa da hepsi travma sonrası psikolojik dayanıklılık (resilience) sergiler. Hindistan’da Smita, kast sisteminin yarattığı sosyal dışlanma ve ayrımcılıkla mücadele ederken, bu durum onun benlik saygısını ve kimlik gelişimini derinden etkiler. Ancak Smita, içsel motivasyonuyla hem kendini hem de kızını koruma gücünü bulur. İtalya’da Giulia, babasının ölümü sonrası aile şirketini devralmanın getirdiği ekonomik ve duygusal baskılarla yüzleşir. Bu süreçte yas, sorumluluk bilinci ve kriz yönetimi becerileri ön plana çıkarak onun psikolojik dayanıklılığını artırır. Kanada’da Sarah ise kanser teşhisiyle karşı karşıya kalır; hastalık süreci fiziksel acıların yanında güçlü bir psikolojik travmaya yol açar. Sarah’nın deneyimi, kontrol kaybı, korku ve savunma mekanizmalarının devreye girmesiyle şekillenirken, onun duygusal esnekliği ve psikolojik direnç kapasitesi öne çıkar. 3. Kültürlerarası Dayanışma Kitapta Smita, Giulia ve Sarah farklı ülkelerde, farklı kültürel yapılarda yaşayan kadınlardır. Ancak hepsi benzer zorluklarla mücadele eder: ayrımcılık, ekonomik baskı ve hastalık. Bu benzerlikler, kadınların yaşadığı sorunların kültürden bağımsız olarak evrensel olabileceğini gösterir. Her biri yaşadığı toplumun baskılarına karşı direnerek kendi yolunu çizer. Kitap, görünmez bir bağla bu kadınları birbirine bağlayarak kültürlerarası kadın dayanışması, ortak kadın deneyimi ve psikolojik güçlenme gibi önemli temaları öne çıkarır. Nerede yaşarsak yaşayalım, benzer duygular hissedebilir ve benzer yollarla güçlenebiliriz Üç kadın da bir noktada hayatın kontrolünü kaybettiklerini hisseder; korku, belirsizlik ve güçsüzlükle baş etmeye çalışırlar. Ancak bu süreçte her biri içsel güçlerini keşfederek, kendilerine yeni yollar çizer. Kontrolün tamamen elde tutulamayacağını kabullenmek, onların psikolojik olarak dönüşmesini sağlar. Bu kırılganlık hali, aynı zamanda psikolojik direnç geliştirme, esneklik ve kendini yeniden inşa etme sürecine dönüşür. Sonuç olarak Saç Örgüsü, sadece üç kadının bireysel hikâyesini anlatmakla kalmaz; aynı zamanda kadın olmanın evrensel zorluklarına ve bu zorluklarla başa çıkma yollarına dikkat çeker. Smita, Giulia ve Sarah farklı ülkelerde yaşıyor olsalar da benzer duygularla yüzleşirler ancak bu duyguların içinde kendi dirençlerini bulur, değişime ayak uydurur ve güçlenerek yollarına devam ederler. Kitap, kadınların yaşadıkları psikolojik süreçleri anlamak ve toplumsal koşulların bu süreçleri nasıl etkilediğini başarılı bir şekilde gösterir. Kitap Adı: Saç Örgüsü Yazar: Laetitia Colombani Çevirmen: Gülşah Ercenk Yayınevi: Yan Pasaj Sayfa Sayısı: 188 Yayın Tarihi: 12.02.2024 Psikoloji Öğrencisi Ceren Göle
- Kitap Analizi: Martı Jonathan Livingston
Kitap Kapağı - İzmir Karşıyaka Psikolojik Destek | Psikolog Edebiyat dünyasında bazı kitaplar vardır ki sayfalarını çevirdikçe sadece bir hikaye okumakla kalmaz aynı zamanda kendi iç dünyamızda derin bir yolculuğa çıkarız. Richard Bach'ın kaleminden dökülen ve 1970'lerde yayımlandığı andan itibaren milyonların kalbinde taht kuran Martı Jonathan Livingston da tam olarak böyle bir eserdir. Peki bu kısa ama özlü romanı böylesine zamansız ve etkileyici kılan nedir? Bir psikolog olarak bu metni incelediğimde bireyin kendini gerçekleştirme arzusundan toplumsal normların baskısına, öğrenme tutkusundan varoluşsal sancılara kadar pek çok temel psikolojik dinamiğin ustaca işlendiğini görüyorum. Gelin, önce bu eserin ardındaki vizyoner zihne, Richard Bach'a biraz daha yakından bakalım. Pilotun Kaleminden Dökülen Felsefe: Richard Bach Kimdir? Richard David Bach, 1936 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde dünyaya gelmiş havacılığa tutkuyla bağlı bir yazar ve pilottur. Bach'ın hayatı, tıpkı en ünlü kahramanı Jonathan gibi sınırları zorlamak, bilinenin ötesine geçmek ve kişisel özgürlüğü en üst düzeyde yaşamak arzusuyla şekillenmiştir. Amerikan Hava Kuvvetleri'nde pilot olarak görev yapmış ardından sivil havacılıkta çeşitli görevler üstlenmiş ve uçaklarla adeta bütünleşmiş bir yaşam sürmüştür. Uçmak onun için sadece bir meslek değil aynı zamanda bir felsefe, bir yaşam biçimi ve bir ilham kaynağı olmuştur. Eserlerinde sıkça karşılaştığımız uçuş metaforları, gökyüzünün sonsuzluğu ve özgürlük temaları, Bach'ın bu kişisel deneyimlerinden ve derin tutkusundan beslenir. Sadece Martı Jonathan Livingston ile değil, Illusions: The Adventures of a Reluctant Messiah ( Yanılsamalar: İsteksiz Bir Mesih'in Maceraları ), One ( Bir ) gibi diğer önemli eserleriyle de tanınan Bach, okurlarını sıklıkla bireysel potansiyelin keşfine, ruhsal arayışlara ve sevginin dönüştürücü gücüne davet eder. Yazılarında didaktik bir üsluptan ziyade okuyucuyu kendi cevaplarını bulmaya teşvik eden metaforlarla zenginleştirilmiş sade ama derin bir dil kullanır. Onun eserleri, kişisel gelişim ve spiritüel arayış içinde olan bireyler için birer başucu kitabı niteliğindedir ve Martı Jonathan Livingston bu mirasın en parlak mücevheridir. Martı Jonathan Livingston: Psikolojik Bir Bakış Bireyleşme ve Sürüden Ayrılış: Kendini Gerçekleştirme İhtiyacı Jonathan'ın hikayesi, en temelinde Carl Gustav Jung'un bireyleşme kavramı ve Abraham Maslow'un kendini gerçekleştirme teorisi yle derinden yankılanır. Sürü, yani toplum genellikle güvenlik, kabul ve temel ihtiyaçların karşılandığı bir alandır. Ancak bu alan, aynı zamanda bireyi tek tipleştiren potansiyelini sınırlayan normlar ve beklentilerle doludur (Balık artıklarından ve teknelerden başka bir şey için uçmuyoruz ki!) . Jonathan, bu temel ihtiyaçlar (yemek kavgası) düzeyinin ötesine geçme arzusu duyar. Onun için uçmak, sadece bir hayatta kalma aracı değil bir sanat, bir tutku, bir varoluş biçimidir. Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en tepesinde yer alan kendini gerçekleştirme güdüsü , Jonathan'ı sürünün konfor alanından koparır. Bu da psikolojik açıdan sancılı bir süreçtir; dışlanma, yalnızlık ve anlaşılmama gibi bedelleri vardır. Ancak Jonathan, içsel pusulasını takip etme cesaretini göstererek bireyleşme yolculuğuna çıkar. Bu davranış sürü psikoloji sine karşı bir başkaldırıdır ve bireyin otantik benliğini bulma çabasının güçlü bir metaforudur. Öğrenme Tutkusu, Mükemmeliyetçilik ve Akış (Flow) Deneyimi Jonathan'ın uçuş tekniklerini mükemmelleştirme çabası, öğrenme psikolojisi açısından dikkate değerdir. Sürekli pratik yapar, hatalarından ders çıkarır ve sınırlarını zorlar. Bu süreçte yaşadığı deneyim, Mihaly Csikszentmihalyi'nin akış (flow) kavramı yla örtüşür. Akış, kişinin yaptığı aktiviteye tamamen odaklandığı, zamanın nasıl geçtiğini unuttuğu, yetenekleriyle aktivitenin zorluk seviyesinin mükemmel bir denge içinde olduğu optimal bir deneyim halidir. Jonathan, uçarken bu akış halini yaşar; bu onun için en büyük ödüldür. Mükemmeliyetçiliği patolojik bir takıntıdan ziyade potansiyelinin zirvesine ulaşma arzusunun bir yansımasıdır. Bu aynı zamanda ustalık motivasyonu (mastery motivation) olarak da adlandırılabilir; bireyin bir beceride yetkinleşmekten duyduğu içsel tatmin. Sosyal Dışlanma ve Baş Etme Mekanizmaları Sürü tarafından sınırları zorlayan , sorumsuz ve nihayetinde sürgün ilan edilmesi, Jonathan için travmatik bir deneyimdir. Sosyal dışlanma, bireyin aidiyet ihtiyacına (Baumeister & Leary) ciddi bir darbedir. Ancak Jonathan, bu dışlanmaya karşı yıkıcı savunma mekanizmaları (inkar, öfke patlamaları vb.) geliştirmek yerine bunu bir motivasyon kaynağı olarak kullanır. Yalnızlığı, kendini daha da geliştirmek için bir fırsata dönüştürür. Bu yüksek düzeyde bir ego gücü ve içsel denetim odağı (internal locus of control) göstergesidir. Kendi değerini ve doğrularını dışsal onaylara bağlamak yerine içsel standartlarına göre hareket eder. Mentorluk ve Bilginin Aktarımı: Öğrenilmiş İyimserlik ve Empati Jonathan'ın Chiang ve Sullivan gibi daha bilge martılarla karşılaşması, Vygotsky'nin yakınsal gelişim alanı (zone of proximal development) kavramı nı akla getirir. Bu mentorlar, Jonathan'ın tek başına ulaşamayacağı bilgi ve becerilere erişmesine yardımcı olurlar. Chiang'ın "Cennet bir yer ya da zaman değildir, cennet mükemmelliğe ulaşmaktır" sözü, Jonathan'ın içsel motivasyonunu daha da pekiştirir. Daha sonra Jonathan'ın kendisi de bir öğretmen olur ve sürüsüne geri dönerek onlara bildiklerini öğretmeye çalışır. Bu da Erik Erikson'un üretkenliğe karşı durgunluk evresi ndeki üretkenlik ihtiyacının bir yansıması olabilir. Jonathan, öğrendiklerini paylaşarak ve başkalarının da potansiyellerini gerçekleştirmelerine yardımcı olarak bir anlam ve tatmin bulur. Bu durum empati ve öğrenilmiş iyimserlik (Seligman) kavramlarıyla da ilişkilidir; Jonathan, diğer martıların da değişebileceğine ve öğrenebileceğine inanır. Varoluşsal Temalar: Anlam Arayışı, Özgürlük ve Aşkınlık Kitap, derin varoluşsal soruları gündeme getirir: Yaşamın anlamı nedir? Gerçek özgürlük nedir? Sınırlarımız nelerdir ve bunları aşabilir miyiz? Jonathan'ın hikayesi, Viktor Frankl'ın logoterapi ekolünde vurguladığı gibi, insanın temel motivasyonunun anlam arayışı olduğu fikrini destekler. Jonathan için anlam, uçuşta mükemmelleşmek ve bu bilgiyi sevgiyle paylaşmaktır. "En yükseğe uçan martı, en uzağı görendir" sözü, fiziksel uçuşun ötesinde bir bilinç düzeyine, bir tür aşkınlığa (transcendence) işaret eder. Bu sadece fiziksel limitleri değil aynı zamanda zihinsel ve ruhsal kalıpları kırma arzusudur. Sürü (Toplum) Psikolojisi: Değişime Direnç ve Korku Sürü, psikolojik açıdan grup düşüncesi (groupthink), konformizm ve değişime direncin bir örneği olarak okunabilir. Bireyler, grubun normlarına uyma ve kabul görme adına kendi potansiyellerini ve farklı düşüncelerini bastırabilirler. Sürünün Jonathan'a tepkisi, bilinmeyene duyulan korku, yerleşik düzenin sarsılmasına karşı gösterilen direnç ve farklı olanı ötekileştirme eğilimini yansıtır. Ancak Jonathan'ın sabrı ve sevgisi, sonunda bazı martıların zihninde bir kırılma yaratır. Bu da toplumsal değişimin genellikle öncü bireylerin cesareti ve vizyonuyla başladığını gösterir. Temsili - İzmir Karşıyaka Psikolojik Destek | Psikolog Martı Jonathan Livingston , yüzeyde basit bir fabl gibi görünse de derinliklerinde insan psikolojisinin en temel dinamiklerini barındıran güçlü bir alegoridir. Bireyin kendini gerçekleştirme yolculuğundaki engelleri, toplumsal baskıyı, öğrenmenin ve öğretmenin kutsallığını, sınırları aşma arzusunu ve varoluşsal anlam arayışını etkileyici bir dille anlatır. Bir psikolog olarak bu esere baktığımda sadece bireysel bir başarı öyküsü değil aynı zamanda insan ruhunun potansiyelini ve özgürlüğe olan özlemini kutlayan zamansız bir manifesto görüyorum. Jonathan'ın kanat çırpışları, her birimize kendi içimizdeki potansiyeli keşfetme ve daha yükseğe uçma cesaretini bulma konusunda ilham vermeye devam ediyor. Kitap, okuyucuyu kendi sürü normlarını sorgulamaya ve kendi eşsiz uçuşunu bulmaya davet eden bir ayna görevi görüyor. Keyifli Okumalar! 📚 Kitap Adı: Martı Jonathan Livingston Yazar: Richard Bach Çevirmen: Kader Ay Demireğen Yayınevi: Epsilon Yayınevi - Epsilon Edebiyat Dizisi Sayfa Sayısı: 152 İlk Baskı Yılı: 2000














